Prof. Dr. Tayfun Özkaya
Yıl:1840, İrlanda’dayız. Patates 8 milyon vatandaşın hemen hemen tek besini. Tek bir çeşit yetiştiriliyor. İrlanda İngiltere’nin sömürgesi. Onca yoksulluğa rağmen İngiltere’ye patates deyim yerinde ise ihraç ediliyor. Yani ihracata dönük bir ekonomi kurulmuş. Patatesin ana vatanı olan Latin Amerika’dan gelen patates mildiyösü hastalığı birkaç yıl içinde üretimin çoğunu yok ediyor. Büyük kıtlık denilen bu felaketin sonucu bir milyon İrlanda’lı öldü. 1.5 milyon ise ülkeyi terk ederek başta ABD dışa göç etti. 1845’de İrlanda’da 200 yıldır patates yetişiyordu. İngiltere’ye patates ihracı nedeni ile yoksul köylüler artan fiyatlar nedeni ile patates satın alamadılar. Ulusal olmayan tarım politikası ölümü derinleştirmiş idi. Patatesin ana vatanı olan Latin Amerika’da ise 3800 geleneksel Andean kültür patatesi çeşidi vardı. Latin Amerika’da hastalık böyle bir felakete yol açmamıştı. Herhangi bir hastalık birçok çeşitten sadece bazılarını etkiliyor. Çiftçiler kısa zamanda seçimler yaparak dayanıklı yerli yeni çeşitler elde ediyorlardı. Bu tarihsel olay bize biyoçeşitliliğin kaybının ve ulusal bir tarım ve ticaret politikasının yokluğunun nasıl bir felaket oluşturacağını açıkça ortaya koymaktadır. İşte Türkiye’de 31 Ekim 2006’da 5553 sayı ile çıkan “Tohumculuk Kanunu” ülkemiz biyoçeşitliğini, çiftçi ve tüketici haklarını yok edecek İrlanda örneğine benzer zaman ayarlı bir bombadır.
Tohumculuk kanunu TBMM’de Avrupa Birliği uyum paketi içinde görüşülerek yasalaştı. Bu yasa ulusaşırı tohumculuk devlerinin hegomonya yasasıdır. Kanunun Irak’ı işgal
Kanun Avrupa Birliği bizden böyle bir şey istememesine rağmen uyum yasaları içine alınarak temel yasa
Yasanın genetik olarak değişikliğe uğramış (kısaca GDO) tohumlukları da kapsaması planlanmış, kamu oyu tepkisi üzerine bu konudaki yapılacaklar sonraya ertelenerek GDO’yu kapsayacak ifadeler yasadan çıkarılmıştır. Yasa taslağında çeşit tanımı yapılırken “.. geleneksel ve/veya biyoteknolojik yöntemlerle geliştirilmiş olan..” ifadesi bütünüyle çıkarılmış böylelikle aslında GDO için gizli bir açık kapı bırakılmıştır.
Yasa tohumculuk devlerine Türkiye tohumculuğunu teslim etme anlamına gelmektedir. Madde 14’de istisnalar olarak “ticarete konu olmamak ve şahsi ihtiyaç miktarı ile sınırlı kalmak şartıyla, çiftçiler arasında tohumluk mübadeleleri” kanun dışında bırakılmıştır. Ancak bu oldukça kısıtlayıcıdır. İyi tohuma sahip bir üretici
Şu anda domates başta birçok sebze tohumu altından daha pahalı satılmaktadır. Gelecekte tarla bitkileri için de bu kadar olmasa da büyük fiyat artışları beklenebilir. Katoloğa kaydedilmeyen çeşitlerin veya çeşit haline gelmemiş tohumlukların iki yıl sonra satılmasına engel olunacaktır. Bunlar kalite getiriyoruz gerekçesi ile yapılmaktadır. Gerçekte ise örneğin Niğde’de patates kanseri (veya bakanlığın değişi ile patates siğilinin) yabancı patates çeşitleri ile geldiğini hatırlatalım. Birçok hastalık yabancı tohum ithali ile Türkiye’ye girmiştir. Bu yüzden onlarca yıl Niğde’de birçok köyde patates ekilemeyecek, yasaklandı. Esas amaç onbin yıldır Anadolu’da çiftçilerin çabaları ile geliştirilmiş tohumlukların çok uluslu denen firmalarca el konulmasıdır. Binlerce genden oluşan çeşidimize iki gen katıp mülkiyetlerine alacaklar. Buna da fikri mülkiyet demekteler. Mülkiyetsiz fikirden yanayız. Bir anlaşma yapalım. Çok uluslu firmalar doğanın ve çiftçilerin geliştirdiği her çeşit başına örneğin 30 milyar dolar ödesin. Biz çeşitlerimizi serbestçe kullanmaya devam edelim. O zaman belki bunu
Yasa biyoçeşitliliğe büyük bir darbe indirecektir. Büyük ölçüde aşınmış olmakla birlikte hala biyoçeşitliliğimiz bu ülkede 70 milyon insanın doyurulmasını eksik de olsa sağlamaktadır. Ülkemizde 3 bini endemik (sadece Türkiye’ye ait) 13 bin bitki çeşidi bulunmaktadır. Ancak ulusaşırı şirketlerin amacı bizim çeşitlerimizi, çeşit karışımlarımızı, ekotiplerimizi, köylü çeşitlerimizi silip süpürerek, bazılarını da mülkiyetine geçirerek ancak kimyasal gübre, ilaç vb. ile yetiştirilebilecek, güya verimli gerçekte ise doğayı ve çiftçileri yıkıma götüren birkaç çeşidi dayatmaktır. Tohumlar altın fiyatına olmaz ise gümüş fiyatına satılacaktır. Zenginliğimizi oluşturan tohumlarımız ise kaçak CD muamelesi görecektir. Amaç kaliteyi sağlamak ise yapılabilecek çok şey var. Ancak amaç kalite değildir. Yabancı tohumlarla birçok hastalığın ülkeye girmiş olduğunu bir kez daha yineleyelim. Bu CD benzetmesi bizzat yetkililerce yapılmıştır. Kim kimin eserini kopyalıyor. Yeni bir makine mı geliştirmişler? Yeşil devrim denilen süreç bazılarımızın sandığı gibi Dünya’ya çok iyi şeyler getirmemiştir. Dünya’daki biyoçeşitliliği yok etmeye devam etmektedir. Dünya’da sera gazlarının üretilmesinde tarımın payı FAO (Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü) raporuna göre çok yüksektir. (Sera gazlarında %20-30, metanda %44) Yeşil devrim teknolojileri (yani endüstriyel tarım) geleneksel tarımdan 50 misli daha fazla enerji tüketir. İşleme ve taşıma da dikkate alındığında gelişmiş ülkelerde kullanılan toplam enerjinin dörtte biri besinlerin üretilmesinden masaya gelmesine kadarki işlerde kullanılır. Kısacası endüstriyel tarım sürdürülemezdir. İngiliz bilim adamları önümüzdeki on yıl içinde ciddi önlemler alınmaz ise dünyanın artık kurtarılamayacağını ortaya koymuşlardır. Biyoçeşitliliğin kaybolması daha fazla tarım ilacı, kimyasal gübre ve enerji kullanımı demektir. Tohum devleri biyoçeşitliliği yok eder. Köylünün on bin yıldır ürettiği binlerce çeşit yerine 3-4 çeşit koymaya çalışır. Tohum devleri bilimi korsanlık yaparak kaçırmıştır ve sadece kendi karları için kullanmaktadırlar. Bilim adamları ve köylüler el ele çalışarak biyoçeşitliliğe saygılı yeni çeşitler üretebilirler. Bu amaçla şirketler de gayret gösterebilir. Ancak yasanın etkisi dünya tohum devlerinin hegemonyasını tamamlamak ve güvence altına almaktır. Tarımın ortaya çıktığı onbin yıldan yaklaşık yeşil devrime kadar bitki ıslahını köylüler yapmıştır. Daha sonra köylüler bu alandan çıkarıldılar. Linux bilgisayar programları, rüzgar türbinleri vb. birçok teknolojinin kolektif yollarla (aynı binlerce yıldır köylülerin tohum ıslah etmesi gibi) binlerce kişi tarafından geliştirilmiş olması ve bunların şirketlerin hegomonyasında olan teknolojilerden daha üstün olması tohum devlerinin sadece kar amaçlı geliştirdiği çeşitlere muhtaç olmadığımızı ispatlamıştır. Dünyada çoktandır katılımcı ıslah yaklaşımları köylüleri tekrar araştırma ekibine almaya çalışmaktadır. Böylelikle çok sayıda çeşidi daha hızlı ve hegemonya yaratmadan ortaya çıkarmak, biyoçeşitliliği ve çevreyi korumak mümkündür. Ziraatçıları bu yaklaşımları incelemeye davet ediyoruz.
Yasalaşma sırasında küçük bir değişiklik yapılmıştır. Buna göre, “kayıtlı çeşidi bulunmayan bitki türleri ile kayıtlı çeşidi bulunmakla beraber bakanlığın gerekli göreceği tohumluk çeşitleri hakkında (ilgili maddeler) bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren beş yıl süre ile uygulanmaz" denmektedir. Tarım Bakanı TBMM’de gerekçe olarak aşağıdakileri okumuştur:
"Ülkemizde yeter sayıda kayıtlı çeşidi bulunmayan bitki türlerinde halen devam
Şimdi bu ifadeden de anlaşılmaktadır ki aslında yasa Türkiye biyolojik çeşitliliğine ve genetik zenginliğimize büyük bir darbe indirmeye hazır bir silahtır. Yapılan bunun işlemesini kısa bir süre yavaşlatmış görünmektir. Muhtemelen firmaların şimdilik ilgi göstermeyecekleri türler bu istisna içine alınacaktır. "Çeşit olsa bile yeni çeşitlerin kazandırılması için süreye ihtiyaç duyulduğu" ne anlama gelmektedir? Bunun anlamı açıktır: Ulusaşırı tohum devleri iki üç çeşitle diğerlerini silip süpürecektir. Onların tohumları ise bol bol kimyasal gübre ve ilaç olmadan yetiştirilemeyecek ancak endüstriyel tarımla rekabet eder görüneceklerdir. Bedel doğanın ve çiftçiliğin katledilmesi olacaktır.