23 Kasım 2007 Cuma

DİKKAT! TÜRKİYE UPOV’A GİRİYOR:
KÜRESEL TOHUM ŞİRKETLERİNİN SON DARBESİ


Tayfun Özkaya
Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü
tayfun.ozkaya@ege.edu.tr

UPOV’da nerden çıktı demeyin. Küresel tohum şirketlerinin yeni bir darbesi ile karşı karşıyayız. Türkiye birkaç gün içinde kısaltılmış adı UPOV olan Uluslararası Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliği’ne girecek. Belki de siz bu satırları okuduğunuzda bu iş bitmiş bile olacak. Tohum yasasında olduğu gibi bu işlem de fazla toz kaldırmadan yürütülmekte. Türkiye’deki destekçileri “ne güzel ülkemiz 65. üye olacağına göre bu iyi bir şey, modernleşiyoruz” diyecekler. Aslında ise bir yandan çiftçilerimizin kendi tohumlarını yetiştirme hakları her geçen gün kısıtlanıp tamamen ortadan kaldırılırken, diğer yandan da tüketicilerin besleyici değeri yüksek, antioksidantlarca zengin ve lezzetli sebzeleri, meyveleri yok olarak plastik domatesler, patlıcanlar burunlara dayatılacak. Ulusal bitki ıslahçılarımızın çeşitlerden ıslah amacıyla yararlanmalarının önüne büyük engeller getirilerek gelişme başka ülkelerde olduğu gibi yavaşlatılacaktır. Bütün bunlara rağmen UPOV yandaşlarının bizleri gelişme karşıtı olarak suçlayacaklarına eminiz.

UPOV 1960’da sonradan devleşecek olan tohum şirketlerinin güdümündeki altı Avrupa ülkesi tarafından kuruldu. 1990’lara kadar sadece 20 üyesi vardı. Ancak küreselleşme ile birlikte hiçbir zorunluluk olmamasına rağmen IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar ve büyük devletler gelişmekte olan ülkeleri bitki çeşitleri üzerindeki fikri mülkiyet haklarını koruma iddialı UPOV’a girmeye zorladılar. Bugün Türkiye 65. üye olma yolunda.

UPOV’un çeşitli sözleşmeleri var. İlki 1961’de “Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunması Uluslararası Anlaşması” adı altında imzalandı. Daha sonra 1972, 1978 ve 1991’lerde bu anlaşma gözden geçirilerek yenilendi. Ancak UPOV’un 50. kuruluş yılı olan 2011’de tohum devlerinin hâkimiyetini iyice pekiştirecek olan yeni bir anlaşma tezgâhlanmaktadır.

1961 UPOV anlaşması 1970’lere kadar pratikte uygulanmadı. Bu sözleşmelerin uygulandığı yaklaşık 30 yılda gelişmiş ülkelerde bitki çeşitlerinin çoğu kayboldu. FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) dünya biyoçeşitliliğindeki kaybı %75 olarak açıklamıştır. Kısacası gelişmiş ülkelerde çiftçi tohum firmalarının esiri olurken tüketiciler besin değeri düşük, ancak tarım ilaçları ve kimyasal gübrelerle yetiştirilebilen tatsız ürünleri yemek zorunda bırakıldılar. Dekara verimlilik bazen artabildi ama bunun çiftçilere, tüketicilere ve doğaya zararı çok fazla oldu. ABD’de kanser, kalp, şeker ve obezitenin çok fazla olması tesadüf değildir. Bunda genetik olarak farklılaşmış yerel çeşitlerin yerine geçen genetik olarak birörnek güya modern tohumların da payı çok büyüktür. Şimdi gelişmiş ülkelerin bütün dünyada yapmak istedikleri aslında bu filmi gelişmekte olan ülkelere de gösterme arzusudur.

Başbakanlığın web sayfasında[1] UPOV’a Türkiye’nin yaptığı başvurunun sadece gerekçesini okuyabiliyorsunuz. Bu gerekçede, bitki ıslahçılarının haklarını koruma altına alarak Türkiye’nin yeni tohum geliştirmek için yatırımları çekeceği iddia edilmektedir. Bu gerçekçi olmayan bir dilekten öteye gidemez. Şu anda da küresel tohum şirketleri ya doğrudan ya da yerli şirketler aracılığı ile tohum pazarlamasından öte bir şey yapmamaktadırlar. Tekelleşme dünyada çok yüksektir. Dünya’da 2006 yılında tek bir şirket (Monsanto) ticari tohum pazarının %20’sine sahiptir. Dört şirketin payı %44, on şirketin payı ise %57’dir. Amaç halen az çok köylünün denetimde olan alanlarda da tam bir hâkimiyet sağlayarak tohum pazarını bütünüyle ele geçirmektir. Geliştirecekleri doğaya zararlı, köylüye zararlı, tüketiciye zararlı tohumlarına ihtiyacımız yok. Bugün Türkiye’de olduğu gibi dünya’da halen köylülerin, çiftçilerin ürettikleri tohumların oranı oldukça yüksek oranlardadır. Hatta Arjantin, Avustralya, Kanada gibi ülkelerde bile bu oran %65 ile %90 arasında değişmektedir. Polonya’da bu oran yağlık kolza hariç bütün ürünlerde %90’dır. Bu sayıları veren tohum devlerinin etkisinde olan Uluslararası Tohum Federasyonudur. Federasyonun 2005’de sadece 18 gelişmiş ülkede yaptırdığı bir araştırmaya göre büyük şirketler bu ülkelerde ek bir 7 milyar dolarlık tohum pazarı ele geçirilebilecektir.[2] Eğer bütün dünyada çiftçilerin kendi yetiştirdikleri tohumlar engellenebilirse piyasa genişlemesi 73 milyar dolara çıkmaktadır. Bugün için bile tohum pazarı elmas pazarından büyüktür. Türkiye halen kabul edilmesi hayli riskli olan 1991 sözleşmesini kabul edecektir. Ancak tehlike 2011’de imzalanması düşünülen yeni sözleşme ile anormal büyümektedir. 1991 sözleşmesinde çiftçilerin kendi tohumlarını kullanmaları oldukça kısıtlanmıştır. Büyük tohum devleri halen gelişmekte olan ülkelerin yerel tohumları ile ülkelerin kamu kuruluşlarına ait gen merkezlerindeki tohumlara istedikleri gibi el koymuşlardır ve koymaya devam etmektedirler. Buna biyokorsanlık diyoruz. Bir ABD firması Hindistan’ın basmati çeşidi pirincine el koyarak kendi adına patent çıkartmıştır.[3] 1991 sözleşmesinde çeşitlerin bitki ıslah amacıyla kullanılmasına izin vardır. Ancak “temel olarak türev çeşitler” denilen yani daha çok başka bir çeşitten yararlanarak geliştirilen çeşitler için ancak telif hakkı ödenirse bu yararlanma söz konusu olabilecektir. Bu ilk bakışta gelişmekte olan ülkeleri hatta çiftçileri koruyucu gibi görünmekle birlikte her türlü imkâna sahip olan dev şirketler için bu kural kendi lehlerine işlemektedir. Zaten UPOV’a göre ve Türkiye’nin kabul ettiği tohumculuk kanununa göre (yeknesaklık) birörneklilik ve durulmuşluk göstermeyen tohumluklar yani yerli çeşitler, köylü çeşitleri tohum kataloglarına girmemektedirler. Hâlbuki bir örnek olmayan, çeşitlilik gösteren, sürekli değişim gösteren yerel tohumlar için bu özellikler üstünlüktür. Ancak endüstri için bu özellikler kötüdür ve yerel çeşitlerin yeri sadece gen bankalarıdır. Burada çoğu zaman ölmeye bırakılırlar. Onlar için burası aslında morgdur. Bu tohumları kimse koruyamayacaktır. Bunlar biyokorsanlığa açıktır. Kısacası bunların yağmalanması önlenemeyecektir. Ayrıca gen bankalarındaki çeşitler de yağmalanmaktadır. Küresel tohum firmalarının bunlardan yararlanarak bir çeşit geliştirdiğini kolayca ispatlanamayacak, ancak bunların geliştirilmek için yararlandıkları çeşitlerin ve tiplerin “temel olarak türev çeşitler” olduğu bu şirketler tarafından iddia edilebilecektir. UPOV sözleşmelerinin araştırmaları teşvik ettiği yalandır. California Üniversitesinden Charles E. Hess şöyle demektedir:

“Fikri mülkiyet hakları genetik materyal değişimini yavaşlatmakta, yeni bilginin yayılımını yavaşlatmakta, temel ve uygulamalı araştırma arasındaki dengeyi altüst etmekte ve bilimsel bütünlüğü yok eder görünmektedir.”

Bitki çeşitlerinin korunması ismi yanlıştır. UPOV sözleşmeleri çeşitleri korumaktan ziyade büyük bitki ıslahı ve biyoteknoloji firmalarının çıkarlarını korumaktadır. 1991 sözleşmesinde öncekilerden farklı olarak çeşitler için ayrıca patent alabilmektedirler. Daha öncede söylediğimiz gibi on bin yıldır köylülerin geliştirdiği çeşitler bir iki gen eklenerek patent alınmaya çalışılmaktadır. Burada sanayi patentlerinde olduğu gibi bir buluş yoktur. Hırsızlık vardır. 1960’larda bir Batı Almanya Tarım Bakanı bitkilerdeki patentler yüzünden “kırsal kesimin yakında dilenmeye itileceğini” söylemişti.[4]

1991 sözleşmesinde ürünler üzerinde bile şirketlerin hak edebilmesinin yolları açılmıştır. Eğer telif hakkı tohuma ödenmez ise çeşit sahibi hasattan elde edilen ürünü kullanandan ödeme talep edebilecektir. Benzer bir olay Kanada’da gerçekleşmiştir. GDO’lu çeşitten gen kaçması sonucu tohum şirketi aslında zarara uğramış çiftçiden tazminat talep etmiştir.

2011 yılında yeni bir UPOV sözleşmesi hazırlanacaktır. Bu anlaşmada çiftçiler, tüketiciler ve doğanın boynundaki kement biraz daha sıkılacaktır. Eğer başarılı olabilirlerse bu sözleşme köylülerin tohum üzerindeki haklarının ve ıslah amacıyla çeşitlerin kullanılmasının sonu olacaktır. Yeni sözleşmede muhtemelen çeşitler yanında ürünler üzerinde de hak iddia edilecektir. Patent sahibi veya koruma sahibi firma ürünlerimize kendi çeşidinden üretildiğini iddia ederek el koyabilecektir. Çeşitlerin koruma süresi 1991 sözleşmesinde 20–25 yıl iken 2011 sözleşmesinde 25–30 yıla çıkacaktır. Islah amacıyla çeşitlerin kullanımı şimdi kısıtlı iken 2011 sözleşmesinde 10 yıl boyunca kullanılamayacak, daha sonra ise sadece kayıt ile ve sahibine telif ödenerek yapılabilecektir. Üreticiler tohumlarını kullanamayacaklardır. Bütün dünya için tek bir uygulama yapılabilecek, şimdi olduğu gibi koruma yanında ayrıca patent de yapılabilecektir.

UPOV’un sonucu genetik kaynaklarımız yağmalanacak, köylü çeşitleri, yerel çeşitler gelişmiş ülkelerde olduğu gibi hızla yok olacaktır. Tarım ilacı ve gübre kullanımına dayalı bir tarım sistemi olan endüstriyel tarım yaygınlaşacak, bu topraklarımızın, sularımızın, ürünlerimizin kirlenmesini getirecek, küresel ısınmayı hızlandıracaktır. Köylüler tohumlara daha yüksek fiyat ödeyecek ve endüstriyel girdilere daha çok para harcayacaklardır. Taşımaya daha elverişli tatsız ve besin değeri düşük sebze, meyveler yüzünden ülkemizde de uluslararası şirketlerin eline geçmiş hipermarket zincirlerinin ürün üzerindeki hâkimiyetleri artacak, ürünler daha ucuza çiftçinin elinden alınabileceklerdir. Bütün bu gelişmeler köylünün yoksullaşması ve kırlardan göç ederek kentlere yığılmasını hızlandıracaktır. Lezzetsiz ve besin değeri düşük ürünleri tüketecek olan tüketicilerin sağlıkları ABD’deki gibi bozulmaya devam edecektir.

UPOV’u kabul etmemiz için hiçbir zorunluluk yoktur. UPOV Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ile çelişmektedir.

UPOV ülkenin topsuz tüfeksiz işgalidir.

Türkiye varlıklarını savunacaktır.




[1] www.basbakanlik.gov.tr/docs/kkgm/kanıuntasarilari/101-1094%20GEREKCE.doc da okunabiliyor.
[2] http: //tinyurl.com/26lbqe
[3] GAIA/GRAIN, Ten Reasons not to Join UPOV-Global Trade and Biodiversity in Conflict, issue no. 2, May 1998. www.grain.org/briefings/?id=1
[4] Stephan A. Bent,”History and Portents for Intellectual Property Rights in agricultural Innovations” Patent Protection of plant -Releated Innovations: Facts and Isues, ISF Seminar, Copenhagen, 1-2 June 2006.

28 Haziran 2007 Perşembe

Tohumculuk Yasası Hakkında: "Yaşam Patentlenemez"
28/06/2007 - Açık Radyo

Ömer Madra: Toprak Ana Platformu'ndan Cem Birder'le beraberiz. Hoş geldin Cem.

Cem Birder: Hoş bulduk, günaydın. Nasılsınız?

ÖM: İnsanlık toplayıcı ve avcı dönemi geride bırakıp, tarıma geçtiğinden beri, tohum konusu en temel ve karmaşık konularımızdan biri. Genetik bakımdan değiştirilmiş tohumlar meselesi ile hormonlu tarım meselesi karışıyor, bir de hibrit olarak doğal melezleştirme yapıyorlar. Durum nedir Türkiye'de?

CB: Gerçekten çok katmanlı, yani çok boyutlu bir matriks diyebiliriz tohum meselesine. Bir kaç cümlede sorunu özetlemek çok da kolay değil, ama en azından şöyle diyebiliriz; bir kere ne yazık ki önceliği yok. Sadece Türkiye için değil, tüm dünyada yaşanan günlük yangınlar diyebileceğimiz, ekonomik, sosyal, güvenlik, siyasi olayların arasında güncel bir önceliğe geçemediği için, yedek listede giderek sorun büyüyor. O açıdan tohumu güncel bir sorun olarak incelemek yerine, hayatımızın genelinde, geleceğimizi çok yakından ilgilendireceğinin farkına varıp, düşünmek ve güncel sorunlar ne olursa olsun onu izlemeye devam etmek gerekiyor.

Türkiye'deki tohum kanunu, aslında sorunun sadece küçük bir kısmı, çünkü tohum kanunu çıkmadan önce de Türkiye'de çok ciddi şekilde, özellikle köylük tohumlarda, yerel tohumlarda yaşanan bir erozyon var. Bu büyük ölçüde kanunun da temelini oluşturan, dünyadaki büyük tohum firmalarının sıkı ve güçlü rekabeti ve güçlü bir pazarlama sistemi ile oluşan bir süreç.

ÖM: Tohum firması düşüncesi insana tuhaf geliyor, çok uluslu tohum firması neden oluyor, nasıl oluyor?

CB: Tohum çok yaşamsal bir kaynak, bugün petrol dediğimiz zaman herkesin aklı duruyor, savaşlar çıkıyor ama bir taraftan baktığınızda da alternatifleri olabilecek bir kaynak. Bir çok petrol devi sürdürülebilir enerji kaynaklarına ciddi ar-ge yatırımları yapıyor ve piyasaya yavaş yavaş ağırlığını koymaya başlıyor. Diğer yandan yeni bir takım enerji kaynakları konusunda araştırmalar var, hidrojen gibi veya destekleyici bor gibi bir takım enerji pilleri konusunda çalışmalar var. Dolayısıyla petrolün yakın gelecekte yok olması, dünyada çok ciddi bir kutuplaşma, yani bir zorluk oluşturmayabilir, çünkü bütün bunlar öngörülen bir takım parametreler. Ben o konuda çok da kötümser değilim, çünkü çok büyük yatırımlarla farklı alternatifler oluşturmak her zaman mümkün. Fakat diğer taraftan, tohumun durumu çok farklı, bir başka kaynağın durumundan şöyle farklı, çünkü çok yaşamsal, yani üzerimize iki battaniye daha çekip belki ısınma sorunumuzu halledebilirken, açlık insanın baş edemeyeceği bir sorun.

Dünya ekonomisinde tohum sektörünün diğer sektörler yanında çok büyük bir önemi yok, fakat yaşamsal anlamda en büyük güç, özellikle kısır tohumlar yüzünden dünyanın tüm ülkelerinde gelecekte ciddi bir tehdit haline dönüşebilir. Fiyatlar üzerinde istedikleri gibi de oynayabilirler. Dolayısıyla bizim gıdalarımızın temelini oluşturan tohumlar üzerinde kesin bir hakimiyet kurmaları çok ciddi bir risk oluşturuyor.

ÖM: Kısır tohum kavramını biraz açımlar mısınız?

CB: Kısır tohum zaten tohum firmalarının ayakta kalmasını sağlayan yegâne unsur. Bir domatesi bugün paketlenmiş, etiketlenmiş ithal bir tohum olarak satın alıp da saksınıza ektiğiniz zaman, o ürettiğiniz domatesin tohumlarından ertesi sene domates üretmeniz mümkün değil. Bu kısırlaştırılmış tohumlar, laboratuar şartlarında çok fazla sayıda tohumun çapraz döllemesiyle elde edilen bir teknik neticedir. Bunun ille de genetiği değiştirilmiş olması gerekmiyor, o da ayrı bir konu, ama netice olarak işin özü, bu yaşamın kaynağına sahip olmak, bunun üzerinde patent hakları oluşturmak ve neticede belki on bin yıldır bu topraklarda olan, asıl vatanı bu topraklar olan tohumlarınıza bir şekilde sahip olmalarıyla neticelenen bir süreç.

Avi Haligua: Bu süreç şöyle işliyor galiba, siz gidiyorsunuz mesela 10 adet domates tohumu alıyorsunuz, çok güzel 10 adet domates fideniz oluyor, ama bir dahaki sezonda tekrar 10 adet tohum almanız lazım 10 fide istiyorsanız değil mi?

CB: Evet, ilk baştaki tohum fiyatları ve imkânları son derece toleranslı ve cazip oluyor haliyle, sonrasında işler biraz değişmeye başlıyor. Şimdi bunun ekonomik tarafı bu, yani ekonomik açıdan bir bağımlılık oluşturuyor. Peki bu tohum firmalarının bu satışı yapabilmesinin sebebi nedir? Çok büyük sayılarda yapılan tohum analizleri ve sonuç ilişkilerinden elde edilen verimin, sizin köy tohumlarına göre daha yüksek olabilmesi. "Olabilmesi" diyorum, çünkü belli şartlarda bu sağlanabiliyor. Yani o X, A, B, C firmalarının kendi laboratuar şartlarında sağlanan bu yüksek verim, bir takım ısı, nem, toprak ve su özellikleriyle sağlanabiliyor. Bu şartlar, bu parametreler, hele ki bugünkü iklim değişikliğinde ciddi sapmalar gösterebiliyor. Bunun da örneklerine dünyada rastladık; özellikle Hindistan'da son 8 sene öncesine kadar herkes kendi yerel tohumlarıyla
çalışma yaparken, özellikle Dünya Bankası ve IMF'nin de desteğinde, çok da iyi bir niyetle verim arttırma çalışmaları başladı ve halk tamamen endüstriyel tohumlara geçiş konusunda özendirildi. Neticede yaklaşık 25 bin çiftçi intihar etti, çünkü gördüler ki kendi yerel tohumları ile, bu aldıkları verime hiçbir zaman ulaşamadılar, üstüne üstlük bu tohumları alabilmek için ciddi borçlanma içine girdiler ve bu borçlanma sonucunda ürün alamadıkları için borçlarını ödeyemez hale geldiler. Biliyorsunuz Hintlilerin inanışlarında reenkarnasyon çok güçlü, gelecek yaşamda daha iyi bir noktaya gelebilmek düşüncesi ile pek çok intihar oldu çiftçiler arasında.

ÖM: Mesela tarım ilacı içerek filan intihar etti pek çok çiftçi maalesef.

CB: Tohum konusu çok geniş bir konu, bunun içinde çeşitlilik meseleside var, yani sadece ekonomik açıdan çiftçiyi zor durumda bırakmak değil, yaşamsal anlamda, doğa, çevre açısından biyoçeşitliliğin çok ciddi erozyona uğraması söz konusu. Çünkü yerel tohum dediğiniz zaman,
çok dar kapsamlı bir alanda dahi çok çeşitli sebze tohumlarına rastlamak mümkün bugün dünyada. Örneğin bugün Türkiye'de özellikle bu yerel tohumlar konusunda çalışmalar yürüten bazı STK'lar var. Bunlarla olan görüşmelerimizde ifade edildiğine göre, çok dar alanlarda, mesela
50 km. çapında alanlarda bile bir kaç çeşit fasulye, bir kaç çeşit domates yerel tohumuna rastlayabiliyorsunuz. Düşünün ki bunu bir Türkiye coğrafyasında 3 veya 4 çeşit domatese indirgerseniz, belki bu 300 yılda oluşmuş, çünkü aslında domatesin anavatanı Türkiye değil,
ama buna rağmen Türkiye'de gelişme göstermiş son 300-500 yılda, ama mesela buğday söz konusu olduğunda, binlerce yıldır Türkiye'de gelişmiş yüzlerce çeşidin ortadan kaldırılması çok ciddi bir biyoçeşitlilik kaybı.


ÖM: Tabii türlerin de zayıf düşmesine, yani büyük bir kıran durumunda
da dayanıksız olmasına da neden oluyor.

CB: Kesinlikle.

ÖM: Sırf zenginlik, hoşluk olsun diye biyoçeşitliliği savunuyor değiliz.


CB: Tabii, bu bir denge ve böylece doğal dengeyi bozuyorsunuz. Bu konuda yapılan uyarılar var; Meclis'ten Kasım ayında geçen kanunun öncesinde, Avrupalı çiftçiler TBMM'ye bir mektup yolladılar, dediler ki; "biz bu hatayı yaptık, küçük çiftçiler olarak çok büyük zararlar gördük, Kıta Avrupası'nda çok büyük bir biyoçeşitlilik kaybı yaşandı, Kıta Avrupası kadar büyük bir bitki çeşitliliğine sahip, -12 bin çeşit bitkinden bahsediliyor, 2500-3000 endemik türden söz ediliyor sadece bu coğrafyaya ait türler olarak- Türkiye gibi zengin bir coğrafyada siz bu kanunu çıkararak bindiğiniz dalı kesiyorsunuz."


ÖM: Tohum Kanunu'nun asıl öngörülen zararlı tarafı nedir?

CB: Tohum kanununun en ciddi kısıtlarından biri, sertifikasız tohumların ticaretini engellemesi. Düşünün, biraz önce örneğini verdiğimiz yüzlerce çeşit köylük tohumuna sahip bir coğrafyada, her sebze için veya bazı sebzeler için bizim köylerimizin, köylülerimizin, çiftçimizin bu tohumları alıp sertifikalandırmak sürecine girmeleri mümkün gözükmüyor. Böyle bir pratik imkân yok, çünkü bir tohumu sertifikalandırmanız için yapılması gereken çok ciddi bir ön çalışma var. Bu tohumun bazı ön koşullar taşıması gerekiyor, dolayısıyla o ön koşulları taşımayan tohumların da sertifikalandırılması mümkün değil.

Ön koşulların taşınıp taşınmadığı analizler sonucu ortaya çıkıyor. İngilizce'de 'distinct', 'uniform' ve 'stable' kelimelerinin, -yani farklılık, yeknesanlık ve durulmuşluk-sözcüklerinin baş harflerinden
oluşturulan 'DUS' kısaltması ile tanımlanan bir standar var; yani benzer genetik yapıdan farklı bir tür olacak ama kendi içinde bir yeknesanlık özelliği taşıyacak ve durulmuş olacak. Yani bir
jenerasyondan diğer jenerasyona değişim oluşturmayacak. Bu ciddi bir araştırma, bizim köylük tohumlarımızın gerçekten sertifikalandırılabilir olup olmadığının tespit edilmesi pratik olarak
mümkün değil. Dolayısıyla sertifikalandırılmamış tohum satışını kısıtlayan bir kanun kesinlikle Türkiye'ye zarar verecektir. Bunun başka bir alternatifi yok.

ÖM: Böyle bir kanun çıktı, öyle mi?

CB: Evet.

ÖM: Avrupalı çiftçilerin uyarısına rağmen.

CB: "Bu kanunu çıkartmayın, aman çok dikkat edin, biz bunun zararlarını hâlâ saramadık" dediler. Düşünün ki kaybedilmiş bir çeşidi tekrar üretmeniz de mümkün değil. Dolayısıyla bu geri dönülmez bir durum. Bu uyarıları yaptılar. Meclis bu uyarıları dikkate almaya çalıştı ve ne yazık ki her şeye rağmen kanun şu anda yürürlüğe girdi. Fakat bazı STK'lar, ki bunun içinde TEMA var, Anayasa Mahkemesi'ne bir başvuru yapılmasına destek oldu, ve şu anda Anayasa Mahkemesi kanunu inceliyor. Tekrar revize edilebilir.

ÖM: Bu önemli. Mecliste, uzmanların, çiftçi temsilcilerinin de katıldığı etraflı bir tartışma yapılmadan bu kanunun geçmesi düşündürücü.

CB: Bir farkındalık eksikliği olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz, bunu hem medyada gördük, hem Meclis'te gördük. Türkiye'deki üniversitelerde de bunu hissediyoruz. Bu konuya gereken ilgi gösterilmedi. Bilgisizlik ve ilgisizlik var.

Fakat bu kanun aslında her şeyin başı ve sonu değil. Bu kanuna rağmen, daha doğrusu bu kanunun benzerlerine rağmen Avrupa çok yol aldı. Avrupa'da da çok benzer kanunlar var, fakat buna rağmen küçük çiftçi örgütleri kendi yerel ürünlerinin değerlendirilmesinin ve sağlıklı
ürünler olarak halka sunulmasının yöntemlerini geliştirmiş durumda, dolayısıyla
eğer tüketici bu ürünlere ulaşabilmenin yollarına varabiliyor ve görebiliyorsa bu mekanizmanın kurulması mümkün. Bence asıl mesele bu; yani toplumun sağlıklı ürünlere nasıl ulaşabileceğini
düşünüp, bunun fırsatlarını oluşturması önemli. Üreticinin tüketiciyle ve tüketicinin üretici ile tanışması gerekiyor, çünkü üreticisini tanıyan bir toplum, her şekilde onu sorgulayabilir ve elde ettiği iyi gıdaların, sağlıklı ürünlerin de peşini bırakmaz. Ama bugünkü sistemde, üretici ile tüketicinin tanışma fırsatı çok düşük.

ÖM: Bu çok önemli bir nokta. Bölgesel ekonomik pazarlar, tüketiciyle üreticiyi, çiftçiyi buluşturan orta ölçekli bir toplumsal çözüm herhalde…

CB: Hem ekonomik açıdan, hem sosyal açıdan çok doyurucu. Çünkü üreticinin de yegâne kaygısı para değil, çünkü öyle olsaydı bu topraklara bu kadar nesiller boyu sahip çıkma dürtüsü oluşamazdı. Bu dürtüyü ayakta tutacak önemli etkenlerden biri de sosyal doyumdur,
üreticisine saygı gösteren bir toplumdur.


ÖM: Mutluluk faktörü üzerine de şimdi iktisatta çok duruluyor.

CB: Bunu çok fazla duyacağız diye düşünüyorum, aslında iktisat sonsuz kaynaklar üzerine hesaplarını yaptı, ama bu kaynakları tükettikçe mutluluğun ve sosyal değerlerin önemi artacak.


ÖM: Biraz önce Ekonomi Notları'nda Hasan Ersel'le konuşurken bana çok doğru gelen bir şey söyledi; yapılan araştırmalarda bencillik ön planda gelmiyormuş, yani insanların çoğunlukla, "daha çok para kazanayım, daha çok mal mülk edineyim" değil, tersine, daha çok,
"komşuma yardım edeyim" duyguları birinci planda geliyormuş, ama Hasan Ersel dedi ki, "yalnız ekonomide, 'insan bencildir' varsayımı ile gidersen hesap yapmak çok daha kolay oluyor."

CB: Kapitalist sistemin ön şartlarından veya temel taşlarından biri, toplumsal olarak bencillik duygusunun oluşturulması. Ama biz inanıyoruz ki, bu topraklarda insanlarımızın da genetiğinde kalan bazı değerler var, örneğin bu bahsettiğiniz kültürel dayanışma duygusu, bunun da parayla ölçülebilen bir tarafı yoktur.

AH: Belki bunun parayla ölçülen bir tarafını yaratarak sistemin içinde varolmak daha kolay olmaz mı?

CB: Zaten sisteme tamamen karşı olmak çok ütopik ve gereksiz benim şahsi görüşüme göre. O bakımdan muhakkak sistemle uyumlu, çok karşı durmayan, ama diğer değerleri de yok saymayan bir yapı üzerinde ilerlemek gerekiyor.

ÖM: Mesela Bangladeş'te ve Hindistan'da, tohum üretici birlikleri kendi aralarında böyle alttan yukarıya doğru baskı yapan dayanışma birlikleri kurmuşlar ve oldukça başarılı sonuçlar da elde etmişler.

CB: Kesinlikle. Bu hem alttan yukarı doğru bir baskı, ama hem de yukarıda da bazı öngörülü akademisyenlerin profesyonellerin desteğinde gelişiyor, özellikle Hindistan'da Vandana Shiva bu konuda ciddi bir isim. Bazı tetiklemeler muhakkak şart, bu buluşmaları gerçekleştirmek için de ayrımcılık yapmamak ve çiftçinin tüketiciyle, üreticinin tüketiciyle buluşması çok çok değerli.

Bir ufak not eklemek istiyorum bu kanunla ilgili; AB uyum yasalarında çıkarıldı biliyorsunuz Tohumculuk Kanunu, ama bu kanun, AB üyeleri içinde özellikle Yunanistan'ın karşı koyduğu bir kanun. Bugün üye olan 4 devlet, ki bunlar Yunanistan, Lüksemburg, Malta ve Kıbrıs Rum
kesimi, bu kanunu ülkelerine sokmadılar. Tabii diğer 3 ülke küçük, ama özellikle Yunanistan'ın buna karşı koyabiliyor olması, kanımca Türkiye'deki hem bakanlık ve seviyesindeki yetkililerin hem de akademisyenlerin STK'ların araştırması ve ilişki kurması gereken bir konu.

ÖM: Malta ve Kıbrıs küçük olabilir, hele Rum kesimi Kıbrıs'ın yarısı diyelim, fakat Lüksemburg da küçük olmakla beraber zengin, çok önemli bir ülke.

CB: Biyoçeşitlilik açısından baktığınızda Yunanistan Türkiye'ye daha benzer bir yapıda ve oradaki küçük çiftçi örgütleri bu konuda çok ciddi ses çıkardılar ve bu kanunun ülkeye girmesini engellediler. Çok ciddi bir baskı var AB'de Yunanistan'a bu konuda, "sen AB üyesisin, bu
kanunu
kabul etmelisin" şeklinde, ama biz üye olmadığımız halde bu kanunu çok çabuk geçirdik. Bu kanunun kaldırılamaması veya iptal edilememesi durumunda bile şu anda yapılması gereken şeyler var. Yönetmelikler üzerinde çalışmalar sürüyor Bakanlık'ta. Dolayısıyla bu yönetmelikler üzerinde katılımcı bir grup oluşturmak çok çok önemli.

ÖM: Tohum Kanunu ne aşamada şimdi?

CB: Kanun şu anda yürürlükte. 7 Kasım 2006 tarihi itibariyle Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi, ama yönetmelikleri henüz hazırlık aşamasında.

ÖM: Peki TEMA'nın başını çektiği, itiraz ne aşamada?

AH: İtiraz noktası ne?

CB: Çeşitli itiraz noktaları var; bunun temelini "yaşam patentlenemez" ana fikri oluşturuyor. Çok detaya giremiyoruz, ama onun altında da Tohumcular Birliği konusu, ticari sınırlamalar var, sertifikasyon süreçlerinde yapılması gerekenler var. Hepsiyle ilgili küçük küçük itirazlar var, ama asıl mesele "yaşamın patentlenemez" oluşu, yaşamın bize sunduğu bir kaynağı, bazı kişilerin patentleyip elimizden almasına engel olmak.

ÖM: Cumhurbaşkanı bunu geri göndermiş miydi?

CB: Hayır, bunu ne yazık ki geri göndermemişti, ama yönetmeliklerle bir takım sorunları çözebileceğimizi düşünüyorum. Yeter ki bunu bir toplumsal bir farkındalığa dönüştürelim. Gerçekten yaşamsal önemde ve geleceğimizi etkileyen, çocuklarımızı etkileyen, ülkemizdeki
biyoçeşitliliğimizi etkileyen bir konu.

ÖM: Beni en çok düşündüren konulardan bir tanesi, insanın tarıma, yerleşik düzene geçmesinden bu yana, bu topraklarda başlayarak, Mezopotamya'da , Çin'de vs. en az 8 bin yılda, hatta belki 10 bin yılda oluşan bütün bu çeşitlilik ortaya çıkarken, patent yasaları olmadan idare etmiş insanlık, şimdi nasıl onsuz idare edemiyoruz, onu anlamıyorum?

CB: Büyük bir güç söz konusu, bu gücün kim olduğunu bilemiyoruz ama o büyük güç her şeyi biraz altüst edebiliyor.

ÖM: Batılı beyazlar olmasın bunlar? Toprak Ana Platformu'ndan Cem Birder'le, tohumlarımıza ne olacak konulu bir söyleşi yaptık. Çok teşekkür ederiz.

CB: Ben teşekkür ederim bu konuya yer verdiğiniz için.

(21 Haziran 2007 tarihinde Açık Radyo'da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)

5 Nisan 2007 Perşembe

Domates tohumunu alıp, fide haline getirip, başta sera üreticilerine satan bir firmanın yetkilisi olarak sizlere kendi öz malımız zannettiğimiz domatesteki dışa, dolayısıyla dövize bağımlığımızın hikayesini anlatmak isterim.

Domates tohumunu İsrail ya da Hollandalı firmalardan döviz bazında satın alarak işe başlarız. Bu tohumu ekebilmek için gerekli makineyi İspanya'dan ithal etmişiz. (Conic Sytem'den). Tohumun ekileceği harç olan Torf'u Kuzeyden, Baltık Cumhuriyetleri' nden ithal ederiz, Torf'un içine koyacağımız harçlardan biri olan Vermikulit, Güney Afrika'dan ithal edilip ülkemize İsrail üstünden getirilir. Bu harçları içine koyacağımız straforun plastik hammadesi dışardan ithal edilir. Tohum ekilip fide olurken gerekli gübre ve zirai ilaç yurtdışından ithal gelir. Isıtmak için kullandığımız LPG yine öyle, en sonunda hazır hale gelen fideyi kutulayacağımız kutu hammaddesini de International Paper'den aldığımızı görürsünüz; daha domatesin fide aşamasındaki durumu budur.

Belki daha unuttuklarımız da olabilir. Seraya aktarılıp dikilen domates fideleri topraksız kültürde yetişecekse toprak niyetine kullanılan yataklar da Hollanda'dan ithal edilir. Sera konstrüksiyonları (çelik sera demirleri) dışardan ithal edilir, üstüne çekilen plastik de öyle. Yerli üretilse bile içine katılan UHD katkı maddesi İsviçre'den getirilir. Tozlama için gerekli Bambus Arıları Hollanda'dan alınır. Gübreleme ve sulama için ekipmanlar İsrail, Fransa ve Danimarka gibi ülkelerden ithal edilir. İlaçlar Syngenta, Bayer, BASF Sumitome gibi dünya ilaç devlerinden alınır. Isıtma için kömür Rusya'dan gelir, taşıma için ambalaj ve petrol veya araçları saymayalım. Toprak yerine yetiştirme ortamı (topraksız kültür) olarak "Kaya yünü" kullanılırsa bu da dışardan geliyor. Geriye işçilik kalıyor, korkarım onu da bir gün ithal edeceğiz.

Basit bir domatesin büyük şehirlere gelene kadar geçen 120 günlük hikayesinin arkası böyledir.


Dikkat edin uzay aracı üretmiyoruz, basit öz malımız sandığımız, ülkemiz toprağında domatesi üretiyoruz. Bu, dünya ekonomilerinin mal üretiminde ne kadar birbirine entegre olduğunu gösteriyor. Kendisini içe kapatan bir ekonominin en basit domatesi bile üretemeyeceğini söyleyebiliriz.

İhraç ettiğimiz mallar içinde yerli katkı payı oranını yükseltmek için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Domates bile olsa.....

Antalya İhracatçılar Birliği-Yönetim Kurulu Üyesi - Ziraat Mühendisi C.Ö.

(Bu yazı Bilge Ölmez tarafından iletilmiştir)

10 Mart 2007 Cumartesi

Tohum Şirketleri Çiftlikte Saklanan Tohumu Yasaklamak İstiyor!

Çev.: Ekoloji Kolektifi - Cumartesi, 03 Mart 2007

“Bir çiftçinin ertesi yılın ekini için tohum saklamasını suç haline getirmek.” Bu, Grain’in aşağıda özetlenen yeni brifinginde açıklandığı üzere, küresel tohum endüstrisinin yeni lobi saldırısının ana taleplerinden biri.

Tohum şirketleri şimdiden hükümetlerin güçlü desteğini almış durumdalar. Pek çok ülkede yürürlükte olan tohum kanunları, çiftçilere sadece hükümetlerinin onayladığı türlerin sertifikalı tohumlarını kullanma hakkı tanıyor.

Aynı zamanda giderek daha çok ülkede ‘Endüstriyel Patentler’ ya da ‘Bitki Çeşidi Koruma’ (PVP-Plant Variety Protection) adı verilen sistemlerle ticari tohuma hukuki tekel hakkı veriliyor.Yakın geçmişe kadar, hem tohum patentleri hem de PVP yalnızca kalkınmış ülkelerde geçerliydi. Ancak 1994’te Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün kurulmasıyla birlikte, tüm üye ülkeler tohum üzerinde bir çeşit tekel kanunu uygulamak zorunda kaldılar. Kalkınmakta olan dünya üzerinde kalkınmış ülke modellerini uygulamaları yönünde yoğun bir baskı vardı. Birçoğu UPOV (Uluslararası Yeni Bitki Çeşitleri Koruma Birliği - International Union for the Protection of New Varieties of Plants) tarafından organize edilen uluslararası PVP sistemine katılmaya ikna oldular. Geçtiğimiz on yıl içinde UPOV üye sayısını ikiye katladı. Yeni üyelerin büyük çoğunluğu kalkınmakta olan ülkelerdi.

UPOV sistemi, tohum endüstrisinin yıllar süren lobi faaliyetlerine cevaben 1961 yılında kuruldu. Şirketlerin amacı tohumlar üzerindeki endüstriyel patentlere sahip olmaktı. Patentler, hem ekim hem de yeniden üretimde tohumların tüm kullanımını kontrol altına alan mutlak haklar tanıyordu. Ancak o tarihte hükümetler, bu patentlerle birlikte endüstrinin çiftçi üzerindeki gücünü fazlasıyla arttıracağını hissettiler. Bir uzlaşma/çözüm olarak UPOV-PVP oluşturuldu. Başlangıçtan beri bu oluşum, şirketlere yalnızca tohumların ticari olarak çoğaltılması ve pazarlanmasıyla ilgili tekel hakları veriyordu. Bu durum da çiftçilere gelecek yıllarda kullanılmak üzere tohum saklama konusunda özgürlük tanırken diğer üreticiler de breeding için korunan ya da korunmayan herhangi bir türü özgürce kullanabiliyorlardı.

1980lerde genetik mühendisliğinin gelişimiyle birlikte ilaç sanayi ve kimya sektörünün dev ulus ötesi şirketleri tohum üretimi işiyle ilgilenmeye başladılar. Çok daha güçlü olan lobi silahlarını kullanarak kalkınmış ülkelerdeki tohum yaratımına dair monopol haklarını güçlendirmek üzere yeni bir saldırıya geçtiler. İlk olarak, genetik mühendisliği veya benzeri tekniklerle üretilen tohumlar üzerindeki endüstriyel patentleri aldılar. Böylelikle de, yirmi yıl kadar önce geleneksel üreticilerin karşı çıktıkları mutlak tekele pratikte sahip oldular.

İkinci olarak, UPOV-PVP hakları Genetiği Değiştirilmiş olsun geleneksel olsun, tüm bitki türleri için radikal biçimde genişletildi.1991’den bu yana PVP tekeli sadece tohum çoğaltılması üzerinde değil, aynı zamanda hasat ve bazen de nihai ürün üzerinde etkilidir. Daha evvel sınırsız bir hak olarak çiftçilere sunulan sonraki yılın üretimi için tohum saklama işlemi tercihli bir istisnaya dönüştürülmüş durumda. Yalnızca ulusal hükümet izin verdiği takdirde çiftlikte saklanan tohum kullanılabiliyor ve bu durumda bile, çiftlikte yetişen tohumlar için de olmak üzere, tohum şirketine bir miktar telif ücreti ödenmek zorunda.

Üçüncü olarak, daha önce de belirtildiği gibi DTÖ ’ye üye olabilmek için bu daha güçlü tekel yasaları zorunlu hale getirilmişti. Bu da küresel tohum endüstrisinin hazırladığı yeni lobi saldırısı için kullandığı başlangıç noktası. Bu sefer amaç, PVP sistemiyle patent sistemi arasında kalan birkaç farkı ortadan kaldırmak, ki böylelikle tüm ekinler ve tüm ülkeler için, kullanılan hukuk sistemi ne olursa olsun dünyanın her yerinde tohumlar üzerinde geçerli olacak mutlak tekelin sahibi olmak.

Bu saldırının ana hedefi elbette çiftlikte saklanan tohumlar olacaktır. Halen küresel ekin alanlarının 2/3’ünde her yıl, çiftçinin ayırdığı tohumlar ekiliyor. Bu, kalkınmakta olan ülkelerin çoğunda tohumların %80-90’ını temsil ediyor,ve hatta kalkınmış ülkelerde bile oldukça büyük bir paya sahip (%30-60). Eğer çiftçiler bu alanın tümünde ticari tohum ekmeye hukuki olarak zorunlu kılınsalardı, tohum endüstrisinin girdisi kolaylıkla en az iki katına çıkardı, yılda fazladan 20 milyar $- hepsi de çiftçilerin cebinden alınan ve DuPont, Bayer, Syngenta ve Monsanto gibi ulus ötesi devlere aktarılan para...

Endüstrinin diğer temel taleplerinden biri de PVP ile korunan çeşitlerin geliştirilme özgürlüğünün tamamen ortadan kaldırılması ya da kısıtlanması- ki bu da UPOV sistemiyle patent sistemi arasındaki temel ayrımlardan biri. Amaç basitçe rekabeti bitirmek. Eğer hiç kimse koruma süresi –20 yıl ve civarı- dolana kadar bir çeşidi geliştiremiyorsa, tohum şirketi geliştirilmemiş bu tohumu çok daha uzun bir süre satmaya devam edebilir ve bu sayede de yeni türler için yüklenmesi gereken araştırma masrafını erteler. Net sonuç: PVP sahipleri için artan karlar, yüksek tohum fiyatları ve çiftçiler için daha az yeni çeşit.



Tohum endüstrisinin çiftlikte saklanan tohumun ve yaratıcı tohum üreticilerinin rekabetinden korkmak için her türlü nedeni var. Sadece çiftlikte yaptıkları seçimlerle (seleksiyon) bireysel çiftçiler bile ticari türlerin performansıyla yarışabilir ve hatta onları yenebilir. Büyüyen tekel haklarıyla ve giderek birkaç dev şirketin elinde toplanan tohum şirketleri giderek daha az kaliteli tohum üretir oldular. Tohumların veriminin ve dayanma kapasitelerinin geliştirilmesinde büyük adımlar daha tekel kanunları ortada yokken, 20. yüzyıl başlarında atıldı. Ve bu gelişmelere temelde endüstri sponsorlu araştırmalarla değil, yüzyıllar boyunca geliştirilen çiftçi üretimi binlerce türün en iyileri seçilip çaprazlanarak ulaşıldı.

Ticari tohum üretiminin başarısızlığı küresel tarımı, küresel ısınma ya da fosil yakıtlara olan bağımlılığın azaltılması gibi yakın geleceğin tehditlerine karşı savunmasız bıraktı.

Zaman, tohum endüstrisindeki tekel ayrıcalıklarının geri alınması zamanıdır, onların daha da güçlendirilmesi zamanı değil!

GRAIN, Şubat 2007

Çeviren : Binnur ALOĞLU, Ayça BULUT (Ekoloji Kolektifi)

23 Şubat 2007 Cuma

Tohumculuk Kanunu: Biyoçeşitliliğe, Çiftçiye- Tüketiciye Karşı Saatli Bomba
Prof. Dr. Tayfun Özkaya

Yıl:1840, İrlanda’dayız. Patates 8 milyon vatandaşın hemen hemen tek besini. Tek bir çeşit yetiştiriliyor. İrlanda İngiltere’nin sömürgesi. Onca yoksulluğa rağmen İngiltere’ye patates deyim yerinde ise ihraç ediliyor. Yani ihracata dönük bir ekonomi kurulmuş. Patatesin ana vatanı olan Latin Amerika’dan gelen patates mildiyösü hastalığı birkaç yıl içinde üretimin çoğunu yok ediyor. Büyük kıtlık denilen bu felaketin sonucu bir milyon İrlanda’lı öldü. 1.5 milyon ise ülkeyi terk ederek başta ABD dışa göç etti. 1845’de İrlanda’da 200 yıldır patates yetişiyordu. İngiltere’ye patates ihracı nedeni ile yoksul köylüler artan fiyatlar nedeni ile patates satın alamadılar. Ulusal olmayan tarım politikası ölümü derinleştirmiş idi. Patatesin ana vatanı olan Latin Amerika’da ise 3800 geleneksel Andean kültür patatesi çeşidi vardı. Latin Amerika’da hastalık böyle bir felakete yol açmamıştı. Herhangi bir hastalık birçok çeşitten sadece bazılarını etkiliyor. Çiftçiler kısa zamanda seçimler yaparak dayanıklı yerli yeni çeşitler elde ediyorlardı. Bu tarihsel olay bize biyoçeşitliliğin kaybının ve ulusal bir tarım ve ticaret politikasının yokluğunun nasıl bir felaket oluşturacağını açıkça ortaya koymaktadır. İşte Türkiye’de 31 Ekim 2006’da 5553 sayı ile çıkan “Tohumculuk Kanunu” ülkemiz biyoçeşitliğini, çiftçi ve tüketici haklarını yok edecek İrlanda örneğine benzer zaman ayarlı bir bombadır.

Tohumculuk kanunu TBMM’de Avrupa Birliği uyum paketi içinde görüşülerek yasalaştı. Bu yasa ulusaşırı tohumculuk devlerinin hegomonya yasasıdır. Kanunun Irak’ı işgal eden Koalisyon Geçici yönetimi adına Paul Bremer tarafından imzalanan ve Irak’ın 1970 tarihli kanununu değiştiren 81 no’lu karara çok benzediği ortaya çıkmıştır. Daha sonra Irak’ta biyoteknolojik yöntemler uygulanmış yani genetiği değiştirilmiş tohum ihalesi Monsanto firmasına verilmiştir.

Kanun Avrupa Birliği bizden böyle bir şey istememesine rağmen uyum yasaları içine alınarak temel yasa kabul edildi ve fırtına hızı ile yasalaşmasının önü açıldı. Yasanın meclise geldiği ilk hafta, değil köylüler, bazı bakanlıklar dahil Türkiye’de birçok kuruluşun yasanın görüşüleceğinden haberi bile olmadı. Yasalaştıktan sonra ise gittiğim bir Manisa köyünde 60 kişilik bir üretici kitlesi içinde yasadan haberdar olan sadece kentle bağı olan bir kişi çıktı.

Yasanın genetik olarak değişikliğe uğramış (kısaca GDO) tohumlukları da kapsaması planlanmış, kamu oyu tepkisi üzerine bu konudaki yapılacaklar sonraya ertelenerek GDO’yu kapsayacak ifadeler yasadan çıkarılmıştır. Yasa taslağında çeşit tanımı yapılırken “.. geleneksel ve/veya biyoteknolojik yöntemlerle geliştirilmiş olan..” ifadesi bütünüyle çıkarılmış böylelikle aslında GDO için gizli bir açık kapı bırakılmıştır.

Yasa tohumculuk devlerine Türkiye tohumculuğunu teslim etme anlamına gelmektedir. Madde 14’de istisnalar olarak “ticarete konu olmamak ve şahsi ihtiyaç miktarı ile sınırlı kalmak şartıyla, çiftçiler arasında tohumluk mübadeleleri” kanun dışında bırakılmıştır. Ancak bu oldukça kısıtlayıcıdır. İyi tohuma sahip bir üretici eğer tohumluğunu köylülere para ile satarsa istisnadan yararlanamayacaktır. Kanunda kamunun tohumluğun her alanından çekilerek bu alanı özel firmalara terk edeceği anlaşılmaktadır. Madde 15’de yetki devrinden söz edilmektedir. Kamu üretim, sertifikalandırma, ticaret ve denetimi pratikte kurulacak olan tohumculuk birliğine gerçekte ise buna hakim olacak olan büyük dünya tohum devlerine bıracaktır. Yasa ile tohumculuk konusundaki birliklerin ve alt birliklerin kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu sayılacak olması ve bunlardan oluşacak olan Birlik ve alt birliklere yetki devredilecek olması fotoğrafı tamamlamaktadır. Bu birliklerin oluşturacağı hakem kurullarının örneğin çiftçilerle şirketler arası anlaşmazlıklarda yetkili olacak olmaları tohum devlerinin hakim koltuğuna da oturduğunun açık kanıtıdır.

Şu anda domates başta birçok sebze tohumu altından daha pahalı satılmaktadır. Gelecekte tarla bitkileri için de bu kadar olmasa da büyük fiyat artışları beklenebilir. Katoloğa kaydedilmeyen çeşitlerin veya çeşit haline gelmemiş tohumlukların iki yıl sonra satılmasına engel olunacaktır. Bunlar kalite getiriyoruz gerekçesi ile yapılmaktadır. Gerçekte ise örneğin Niğde’de patates kanseri (veya bakanlığın değişi ile patates siğilinin) yabancı patates çeşitleri ile geldiğini hatırlatalım. Birçok hastalık yabancı tohum ithali ile Türkiye’ye girmiştir. Bu yüzden onlarca yıl Niğde’de birçok köyde patates ekilemeyecek, yasaklandı. Esas amaç onbin yıldır Anadolu’da çiftçilerin çabaları ile geliştirilmiş tohumlukların çok uluslu denen firmalarca el konulmasıdır. Binlerce genden oluşan çeşidimize iki gen katıp mülkiyetlerine alacaklar. Buna da fikri mülkiyet demekteler. Mülkiyetsiz fikirden yanayız. Bir anlaşma yapalım. Çok uluslu firmalar doğanın ve çiftçilerin geliştirdiği her çeşit başına örneğin 30 milyar dolar ödesin. Biz çeşitlerimizi serbestçe kullanmaya devam edelim. O zaman belki bunu kabul edebiliriz. Ayrıca bizim çeşitlerimize kendi tohumundan kaçan genler için bizim çiftçilerimiz değil kendileri sorumluluk alsın. Biz değil onlar tazminat ödesin. Bunu kabul etmeyecekleri açıktır. Doğrusu hayat patentlenemez.

Yasa biyoçeşitliliğe büyük bir darbe indirecektir. Büyük ölçüde aşınmış olmakla birlikte hala biyoçeşitliliğimiz bu ülkede 70 milyon insanın doyurulmasını eksik de olsa sağlamaktadır. Ülkemizde 3 bini endemik (sadece Türkiye’ye ait) 13 bin bitki çeşidi bulunmaktadır. Ancak ulusaşırı şirketlerin amacı bizim çeşitlerimizi, çeşit karışımlarımızı, ekotiplerimizi, köylü çeşitlerimizi silip süpürerek, bazılarını da mülkiyetine geçirerek ancak kimyasal gübre, ilaç vb. ile yetiştirilebilecek, güya verimli gerçekte ise doğayı ve çiftçileri yıkıma götüren birkaç çeşidi dayatmaktır. Tohumlar altın fiyatına olmaz ise gümüş fiyatına satılacaktır. Zenginliğimizi oluşturan tohumlarımız ise kaçak CD muamelesi görecektir. Amaç kaliteyi sağlamak ise yapılabilecek çok şey var. Ancak amaç kalite değildir. Yabancı tohumlarla birçok hastalığın ülkeye girmiş olduğunu bir kez daha yineleyelim. Bu CD benzetmesi bizzat yetkililerce yapılmıştır. Kim kimin eserini kopyalıyor. Yeni bir makine mı geliştirmişler? Yeşil devrim denilen süreç bazılarımızın sandığı gibi Dünya’ya çok iyi şeyler getirmemiştir. Dünya’daki biyoçeşitliliği yok etmeye devam etmektedir. Dünya’da sera gazlarının üretilmesinde tarımın payı FAO (Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü) raporuna göre çok yüksektir. (Sera gazlarında %20-30, metanda %44) Yeşil devrim teknolojileri (yani endüstriyel tarım) geleneksel tarımdan 50 misli daha fazla enerji tüketir. İşleme ve taşıma da dikkate alındığında gelişmiş ülkelerde kullanılan toplam enerjinin dörtte biri besinlerin üretilmesinden masaya gelmesine kadarki işlerde kullanılır. Kısacası endüstriyel tarım sürdürülemezdir. İngiliz bilim adamları önümüzdeki on yıl içinde ciddi önlemler alınmaz ise dünyanın artık kurtarılamayacağını ortaya koymuşlardır. Biyoçeşitliliğin kaybolması daha fazla tarım ilacı, kimyasal gübre ve enerji kullanımı demektir. Tohum devleri biyoçeşitliliği yok eder. Köylünün on bin yıldır ürettiği binlerce çeşit yerine 3-4 çeşit koymaya çalışır. Tohum devleri bilimi korsanlık yaparak kaçırmıştır ve sadece kendi karları için kullanmaktadırlar. Bilim adamları ve köylüler el ele çalışarak biyoçeşitliliğe saygılı yeni çeşitler üretebilirler. Bu amaçla şirketler de gayret gösterebilir. Ancak yasanın etkisi dünya tohum devlerinin hegemonyasını tamamlamak ve güvence altına almaktır. Tarımın ortaya çıktığı onbin yıldan yaklaşık yeşil devrime kadar bitki ıslahını köylüler yapmıştır. Daha sonra köylüler bu alandan çıkarıldılar. Linux bilgisayar programları, rüzgar türbinleri vb. birçok teknolojinin kolektif yollarla (aynı binlerce yıldır köylülerin tohum ıslah etmesi gibi) binlerce kişi tarafından geliştirilmiş olması ve bunların şirketlerin hegomonyasında olan teknolojilerden daha üstün olması tohum devlerinin sadece kar amaçlı geliştirdiği çeşitlere muhtaç olmadığımızı ispatlamıştır. Dünyada çoktandır katılımcı ıslah yaklaşımları köylüleri tekrar araştırma ekibine almaya çalışmaktadır. Böylelikle çok sayıda çeşidi daha hızlı ve hegemonya yaratmadan ortaya çıkarmak, biyoçeşitliliği ve çevreyi korumak mümkündür. Ziraatçıları bu yaklaşımları incelemeye davet ediyoruz.

Yasalaşma sırasında küçük bir değişiklik yapılmıştır. Buna göre, “kayıtlı çeşidi bulunmayan bitki türleri ile kayıtlı çeşidi bulunmakla beraber bakanlığın gerekli göreceği tohumluk çeşitleri hakkında (ilgili maddeler) bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren beş yıl süre ile uygulanmaz" denmektedir. Tarım Bakanı TBMM’de gerekçe olarak aşağıdakileri okumuştur:

"Ülkemizde yeter sayıda kayıtlı çeşidi bulunmayan bitki türlerinde halen devam eden çeşit geliştirme ve çoğaltım faaliyetlerinin sürekliliğinin sağlanması gerekmektedir. Ayrıca, kayıtlı çeşit olsa bile bazı özellikleri ile ülke ekonomisi bakımından önem taşıyan bitki türlerinde yeni çeşitlerin ülke tarımına kazandırılması için öngörülen süreden daha uzun bir süreye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle, geçiş dönemi beş yıl olarak düzenlenmiştir."

Şimdi bu ifadeden de anlaşılmaktadır ki aslında yasa Türkiye biyolojik çeşitliliğine ve genetik zenginliğimize büyük bir darbe indirmeye hazır bir silahtır. Yapılan bunun işlemesini kısa bir süre yavaşlatmış görünmektir. Muhtemelen firmaların şimdilik ilgi göstermeyecekleri türler bu istisna içine alınacaktır. "Çeşit olsa bile yeni çeşitlerin kazandırılması için süreye ihtiyaç duyulduğu" ne anlama gelmektedir? Bunun anlamı açıktır: Ulusaşırı tohum devleri iki üç çeşitle diğerlerini silip süpürecektir. Onların tohumları ise bol bol kimyasal gübre ve ilaç olmadan yetiştirilemeyecek ancak endüstriyel tarımla rekabet eder görüneceklerdir. Bedel doğanın ve çiftçiliğin katledilmesi olacaktır.

21 Ocak 2007 Pazar

Avrupa'da Tohum Kanunları: Çiftçiyi hapsediyor (İngilizce)

Seed laws in Europe: locking farmers out

Guy Kastler
In Europe, the commercial seed supply system is highly organised and controlled. European law on seed marketing has evolved over the years to ensure that only uniform seeds for industrial farming can be sold on the market, condemning farmers' seeds and traditional varieties to the black market if not complete illegality. Together with strong intellectual property rules and the production of hybrids, European seed laws lock farmers out of the seed system. This article is an extract from a longer work by Guy Kastler. Kastler is a French farmer involved with the Réseau Semences Paysannes, the Confédération Paysanne and Nature et Progrès. The article focuses on France which has taken the strictest approach to implementing seed laws in Europe, and perhaps the world.
Since the beginning of agriculture, the selection and reproduction of seeds, as well as the conservation and renewing of agricultural biodiversity, have never left farmers' fields. Of course, farmers' work with seeds has been influenced by many things such as local culture, traditional medicinal systems, religion and the birth of modern science, but these never took varietal development away from agricultural production. The breeding and production of seeds as a profession started in Europe and then in the US towards the end of the 19 th century, first within specialised farms, and then among specialised companies. This was the beginning of the separation of seed production from farming.
The growth of markets, first at the national level and then at the international level, is what drove this separation. A local market supports and even produces local diversity. However, the spread and concentration of the agribusiness chain (providers of seeds and farm inputs, processors and distributors) within large markets has encouraged economies of scale on a few of the most important crops, leading to uniform products at the cheapest price possible. Getting all farmers to plant the same seeds and varieties is an excellent way to achieve the same standardised product. And for the farmers to produce more for the same amount of work is the best way to reduce prices. But this is difficult as long as their harvest is dependent on an array of different agro-ecological and climatic conditions. Therefore the homogenisation of lands is important to produce homogeneous seeds and food. Through the use of pesticides and fertilisers, and often unlimited irrigation, farming has become more and more detached from its environment. Farmers have slowly become dependent on the industrial agricultural model encouraged by seed producers.
Production costs continue to decline, while the real costs are borne by the pollution of our soils, water and air, global warming, unemployment and the loss of small farms. These rising costs, which will be paid for by future generations, oblige us to abandon this agricultural model and the laws that support them.
Seed exchange between farmers at the local level is based on honesty and the basic rules of being a good neighbour. Everyone knows the farmer providing the seed and how good his or her seeds are. It's more risky to mislead your neighbour than a farmer who lives at the other end of the country who will never be seen again. As we increase the area of seed exchange, risk increases. The quality of seed is not visible to the naked eye and the market is soon invaded by fraudsters who sell any old seed. Industrial seed producers who want to control markets have used the excuse that the anonymous consumer needs protecting and that fraudsters need to be kept at bay. It is in the name of these objectives that the state, together with the corporate seed producers, put in place seed laws to ensure that the corporates can get, and maintain, an absolute monopoly on seed production. ( See Box: Seed laws in France.)


Box: Seed laws in France
France has perhaps the strictest and most constraining seed legislation in the world. Since 1949, farmers are only allowed to buy seeds that are officially registered on the national catalogue. France houses the biggest commercial seed industry in Europe, which in turn has a powerful and active corporate lobby.
1884 The seed producers of France created the first National Centre for Seed Research (Station National d 'Essais de Semences), with the aim of analysing the quality of commercial seeds (already differentiated from farmers' seeds).
1905 The first law on seed quality control was created.
1922 A committee on seed control drew up a list of wheat varieties and defined standards of quality for wheat seed in terms of varietal purity and germination rate.
1932 An official French seed catalogue was created for approved species and varieties, first for wheat, and then rapidly oats, potatoes, barley, fodder beet and maize. With the exception of ornamental plants, which are still not listed, the last plants to be added to the catalogue were horticultural vegetables at the start of the 1960s.
1942 The Permanent Technical Committee on Seeds (Comité Technique Permanent des Semences), made up of seed industry representatives and government scientists, started managing the seed catalogue. They determine the criteria for defining the varieties listed in the catalogue.
1949 A decree outlawed any commercialisation -- whether free or for a payment -- of seeds not listed in the national catalogue. Only certified seed producers are allowed to sell seeds.
Post-war years In France, farmers' varieties soon started disappearing after World War II. Cooperatives, which buy all harvested crops, also started making more money by selling seeds, fertiliser and pesticides to farmers each year, and started selling hybrid seeds.
1966 The European Community created the Common Catalogue.
1998 France created an annex to its national catalogue for amateur vegetable varieties (non-commercial use)
The EU adopted a directive opening the possibility of a separate list for conservation varieties.
2005 European Commission proposed a directive on conservation varieties.


Locked varieties
Since the beginning of the 20 th Century in the US, industrial seed producers have looked for ways to strengthen their monopoly over the production of seeds by stopping farmers from re-sowing harvested seeds. Their first offensive was with cross-pollinating plants which cannot reproduce themselves sustainably without receiving pollen from another plant of the same species which has slightly different genetic makeup. As soon as a cross-pollinating plant is self-fertilised to fix its characteristics, its descendants express a depressive effect from inbreeding which makes the crop unsellable. With the technique of hybridisation a breeder will get a seed with fixed characteristics and a good commercial value. Hybridisation involves crossing two inbred plants with characteristics of interest which are fixed yet weakened from depressive inbreeding. A farmer planting hybrid seed will get a field of identical plants, and any seed produced from this field will suffer from the same depressive inbreeding as from pure inbred plants. For these locked varieties, the farmer becomes indefinitely dependent on the seed producers and agroindustrial companies. Today, the majority of commercialised cross-pollinating species (beet, sunflower, most horticultural crops) are hybrid clones.
Box: The EU seed catalogue system
Each member state of the European Union is required to maintain a national catalogue (or "list" as it is called in some countries) of officially recognised varieties which may be freely marketed in its territory. The national catalogues are then collated together by the European Commission into what is known as the EU Common Catalogue. Varieties which are not listed in a national or the Common Catalogue are, technically speaking, not allowed to be marketed in the EU.
All varieties submitted to be registered need to be tested for DUS (distinctiveness, uniformity and stablility) and, for some crops, VCU (value for cultivation and use) over a minimum two-year period. Distinctiveness means that the variety is distinguishable by one or more characteristics from all other registered varieties. Uniformity means that all plants from the same batch of seed are the same. Stability means that the plant is the same after successive generations. VCU means that compared to other registered varieties, the variety being registered offers a qualitative or technological advance (either when grown or processed).
In Europe, there is a strong relation between this catalogue system and intellectual property rights. In both cases, the same DUS testing is required and it is often done by the same technical services. Most varieties registered for sale on a national catalogue or list are also protected by PBR.

farmers' varieties
It is impossible to fulfill the criteria of distinctiveness, uniformity and stability (DUS), plus value for cultivation and use (VCU), required for registration on the national seed catalogue, without using breeding techniques which have become more and more sophisticated and are not available to farmers. ( See Box The EU seed catalogue system.) From the first hybrids to modern biotechnology, the plant breeder has left the field for the laboratory. In this way, the plant breeder is imposing on farmers standardised crops which have been perfected in the laboratory and at research stations. A plant breeder cannot meet DUS and VCU criteria without the use of fertiliser, pesticides, mechanisation and irrigation to ensure conditions are stable and to evermore increase yield. Therefore today's commercial varieties are selected for and by these techniques for industrial agriculture, without which farmers cannot produce crops from these seeds.
Yet there are many farmers who wish, for a variety of reasons, to grow crops not listed in the official seed catalogue. They may not have the money to pay all the costs of the industrial production system that the seeds were bred for. They may be against buying these seeds or they may be attached to a traditional way of doing things. They may be looking for more autonomy or to develop alternative farming systems (organic, peasant, low-input, regional, etc). Or they may simply not find what they need in the official seed supply system. In all these cases, farmers may be tempted to grow traditional, local or peasant seeds. Consumer demand for better food quality together with society's demand for farming systems that are environment-friendly and disconnected from agricultural subsidies are pushing more and more farmers in this direction.
For this, farmers need to use traditional peasant techniques of seed conservation and selection. These methods adapt crops to the diversity of terroirs[1] and climates and to how the crop is used after harvest. Such crops are not necessarily stable outside of their terroirs, nor are they uniform due to the natural diversity within the crop, and they are constantly evolving. They will not meet the criteria for VCU as they are not adapted to industrial processing or widespread distribution. For this reason, these seeds do not correspond, in legal terms, to varieties - they are "non-varieties". Therefore, plants selected for diversified, organic or low-input agricultural systems, as well as nearby marketing systems, fall outside the trade-driven definition of "varieties". Even when farmers' materials can respond to the strict marketing criteria, it is impossible to pay the registration costs (which can be as much as 5,000 Euros for a vegetable variety and 15,000 Euros for a cereal) as such varieties would only be produced in small amounts for local farming. Finally, a registered variety is not allowed to evolve or adapt. It would have to be re-registered as a different variety.
Even faced with all these problems, farmers still cannot register their "non-variety" on the seed catalogue. They therefore cannot sell, or even give away for free, their seeds and even exchanging seeds with a neighbouring farmer is illegal. The European law only allows for farmers to produce seed from their own harvest which can only be used on the same farm.
Even if a farmer could reproduce seeds for his or her own use, individuals are often unable to maintain a variety. Varieties are very much dependent on the collective work not based on a market, but on regular exchanges. Such varieties need to be crossed with other varieties and continuously renewed so that the plant can continue to express diversity and genetic variability. In each terroir, certain fields or plots from certain farmers produce better seeds of one species, whereas for another species, it will be other farmers and other plots of land. A farmer with diverse production cannot produce all the seed required for planting the next year. A market gardener cannot simultaneously reproduce several cross-pollinating varieties from one species and at the same time produce more seed from one variety than is needed (for cabbage, at least 50 plants are needed to produce seed and keep the diversity, which produces about one to two kilos of seed, yet a market gardener needs between 50 and 100 grams). Finally, nobody is safe from the loss of all seed, as a result of crop failure, for the next year's plantings.
If certain stages in seed production can temporarily be skipped, the exchange and sale of restricted quantities of farmer seed is the key to the dynamic and collective management of agricultural biodiversity which is at the base of their existence. To forbid exchange is to forbid farmers' seeds.
Farm-saved seed
One of the problems that corporate seed producers continue to face is self-pollinating crops, such as wheat. With these crops, farmers can harvest, save and replant seed the following year. Farm-saved seed is free seed and this is not tolerated by commercial seed producers. Of course, it is illegal to sell or exchange seeds which are not on the European seed catalogues, and seeds cannot be used without the permission of the Plant Breeders ' Rights (PBR) owner when they are proprietary. But physically speaking, nothing stops farmers from saving, exchanging or to selling their seed harvest for re-sowing. Therefore varieties deleted from the catalogue can actually be reused for many years. Farmers select their own "local" varieties and become again completely autonomous from seed producers. Farm-saved seed therefore allows for the renaissance of "farmers' seeds" which the catalogue system has tried to eradicate. Farm-saved seed is still used widely in Europe, for example in France accounting for 50% of self-pollinating crops.
Therefore the seed industry along with government has come up with a raft of other measures meant to suppress the use of farm-saved seed.
PBR
Most seeds are PBR protected, and plant breeders are now extending their influence around the world by coaxing countries into joining UPOV. The latest revision of the UPOV Convention (1991) increased the protection given to PBR holders so that all varieties which are "essentially derived" from an initial protected variety are also covered. This new step was aimed at preparing the legal ground for new genetically modified varieties which had been "essentially derived" from PBR varieties. However, it also allows the plant breeder to get legal rights over all farm-saved seed which is "essentially derived" from a protected variety. In 1994, EU regulation 2100/94/EC was adopted to implement UPOV 1991 in the EU member states. It allows farmers to sow, for certain crops, farm-saved seeds of PBR-protected varieties on their own farm but only if they pay a royalty each year to the breeder. Small farmers (those with a cereal harvest of less than 92 tonnes) are exempted from this provision. As it is difficult to monitor which varieties are being saved on the farm, several European countries, such as Belgium and France, have developed a Mandatory and Voluntary Contribution (MVC) scheme. Under the MVC, a payment is collected from all farmers growing bread wheat. It is then reimbursed to small farmers, who are exempt from the royalty on farm-saved seed, and to farmers who bought certified seed. The fee is even collected from farmers who are not growing PBR-protected varieties. This scheme has been challenged several times in the courts and the cases are still on-going. If allowed to continue, these MVC payments may effectively and legally end the existence of farmer-saved seeds.
In Germany, the seed companies have written letters to all "farmers" (including dead farmers and people who were not farmers) demanding a full inventory each year of what seed they are growing, to determine the royalty on farm-saved seed that the companies should collect. Since 1998, more than 4,000 German farmers have refused to fill out the questionnaire, believing that it is their right to save and use their own seeds on the farm, and have been taken to court. Three of these cases so far have gone all the way to the European Court of Justice. In the first case, the ECJ ruled that the seed companies cannot indiscriminately wrestle such information out of the farmers. In another case it ruled that an 80% royalty on farm-saved seed, as eyed by the companies, was way too high; it said that 50% should be the maximum (see also Box: The Linda potato controversy in Germany).
Box: The Linda potato controversy in Germany
Linda is a potato variety that was bred by plant breeder Friedrich Böhm. In 1974, it was registered and certified for sale in Germany and protected with plant breeders ' rights (PBR) for 30 years. Europlant was assigned the rights to maintain and collect royalties on the marketing of Linda.
One month prior to the expiration of the PBR certificate in December 2004, Europlant ceased maintenance of the variety, even though its registration on the national list was valid until 2009. This means that no one else could take over maintenance of the variety because it was still under PBR at the time -- meaning Europlant had the only rights to produce the variety. So Linda was marked for deletion from the German potato market.
The reason that Europlant stopped maintenance? There are other potato varieties now available that are similar but superior to Linda, they said. But the move was constructed in such a way that Linda was de-listed and may not get re-listed because it may be difficult for it pass the VCU tests of today. Various groups in Germany have called it foul play, figuring that Europlant just wants to control the market for its own benefit.
Organic farmers like Karsten Ellenberg and small farmers organisations like ABL are upset that Linda is being taken off the market because it is a very popular variety that deserves to be kept available. Europlant, however, says Linda only commanded 1.4% of the German seed potato market in 2004 (and 0.5% for the whole period of registration 1974-2004). Critics also say that Europlant is improperly playing a role of monopolist, deciding what is good for German consumers. Europlant responds that Linda was a quality potato because production of the seed was licensed out to a few highly controlled seed producers and that if it goes into the open market now, seed will be produced by uncontrolled producers resulting in bad quality seeds, thus harming both farmers and consumers.
The large German farmers organisation, Deutcher Bauernverband, shares some of the criticism of Europlant's handling of the situation. They say that production of Linda seed potatoes will now have to be handled in private -- on the farm, off the market -- and commercialisation of the final produce will be restricted to direct marketing between farmers and consumers. This will have the effect of creating greater distance, or even distrust and disruption they say, between farmers and breeders in Germany.
Europlant for its part has retorted that people are making a lot of noise not because they want to keep Linda alive but because they want to grow potatoes without paying royalties on seeds.
Indeed, the popularity of Linda potato is such that a lot of noise has been generated in the media. And at the last minute (the deadline was the 30 June 2005), the German authorities have given Linda a two-year extension on its use following a request from the Ellenberg farm. Ellenberg, who has also applied to re-register the variety, ended up reasoning that Europlant had decided to drop the Linda potato very suddenly and that there was still a lot of Linda potato seed in stock to be used, so for another tentative two years, the Linda potato will still be produced. But thereafter?
For more information visit: http://www.kartoffelvielfalt.de/linda.htm
Patents
As a result of GM crops, Europe adopted a directive on patenting plants and animals (98/44/EC - the legal protection of biotechnological inventions). Protection has been provided with a patent on genetic information (a gene plus a function) which includes all biological derivatives from its reproduction and multiplication. A variety already covered by a PBR cannot be patented, though a variety which includes a patented gene can be protected with a PBR. Despite the opposition of the seed industry, all new GM varieties need to be registered in the seed catalogue, even if the same variety is not GM is already registered. The patent only covers the gene when it is knowingly used. Therefore a farmer can re-sow harvested seed that has been accidentally contaminated, but as soon as the contamination becomes publicly endemic, as with oilseed rape in Canada, the farmer can no longer be ignorant of the contamination and use the contaminated varieties (see also Box: Coexistence).
Box: Coexistence
In the case of GM crops being grown within Europe, all seed laws will have to face the inevitable consequences of patented genetic pollution. In a 2001 directive (2001/18/EC Deliberate Release of GMOs) the EU established a new right, the right to coexistence, whilst allowing member countries to define (if they wished) national laws to manage coexistence. According to the EU, coexistence means that all crops can be grown next to each other without any being banned. This means that farmers can choose to grow GM crops, but can also choose to grow crops that have not been contaminated with GMOs. However, with the inevitable contamination coming from GM crops, the right to grow GM crops is also a right to destroy non-GM agriculture. Discussions on coexistence are continuing throughout Europe in 2005. The Italian 2001 seed law establishes the right to protect traditional farming practices. This right goes beyond "risk" to health and the environment and introduces the concept of "risk to agricultural systems". Legally, such risks need to be evaluated before any EU-authorised GM crop can be grown. The same law only allows for the government minister to approve the growing of GM crops which therefore places the government as liable for any contamination.
Seed cleaners Farmers wishing to use farm-saved seed will invariably send their seed to a seed cleaner. Seed cleaners, who are often mobile, remove poor quality seeds and weed seeds, chaff and awns, and treat the seeds against pests and diseases. This requires substantial equipment which is not available to small- and medium-sized farms. This is why entrepreneurs with mobile equipment clean seed for farmers as a service. At the end of the 1980s, the French seed companies tried to ban such seed cleaning, known as triage à façon. The National Coordination for the Defense of Farm-Saved Seeds (CNDSF) brings together farmers and farm-seed cleaners fought this attempt to ban seed cleaners and continues to champion the rights of farmers to use farm-saved seed. A 1994 European Community directive recognises the right to clean harvested seed "by the farmer or by a service provider" for replanting.
Agricultural subsidies
Agricultural subsidies have also been used to reinforce the monopoly that seed companies enjoy. In France, for example, subsidies paid to encourage farmers to grow durum wheat are only available for those buying certified seeds. On the other hand in Italy, where the terroirs and local growing conditions are just as important the certified variety, subsidies are given for all durum wheat varieties grown. However, the European Commission is trying to get Italy into line.
Pest and disease control rules
Health regulations also reinforce the seed companies ' monopoly. Subsidies in France for fruit trees or vines are only provided for certified plants bought from certified nurseries and from certified vine stock without viral contamination, all held in public centres. The planting of all vine stock which is not cloned from a certified type is completely illegal. The struggle against viral disease provoked by industrial agriculture practices, by and large manageable under small farmer and agroecological practices, is the basis for this rule. However, when the contamination is from the nursery, little appears to be done. This shows that the disease regulations are more about protecting nurseries than the prevention of disease.
The rules for the protection of quality production also have the same aim: farmers can only plant a few certified vines; farmers are stopped from growing other vines which are grown around the world. Seed treatment, which farmers cannot do themselves, can also be made obligatory, as with the case of sunflowers. Illicit industry agreements also have the same aim. For example, pesticide companies were taken to court and found guilty when they refused to sell their seed chemicals to farmers or certain seed cleaners.
Production contracts
Finally, when the law isn 't enough, the companies themselves impose contracts on farmers in which a harvest will only be bought if certified seed is used.
Conservation varieties The extreme position taken by the seed industry in France, which cuts the very branch of biodiversity that they sit on, is not found all over in Europe. Most countries tolerate informal exchanges of seeds between farmers and some countries allow the marketing of small quantities of seeds of varieties not listed on the catalogue. In 1998, the EU member states agreed to make special provisions to allow the marketing of "conservation varieties" under Directive 98/95/EC. Within this directive, EU countries can optionally implement these laws, as was done by the Italians in 2001 (Law 212/2001) which recognised the right of regions to establish a catalogue of conservation varieties.
That same year in 1998, the Swiss, who are not a member of the EU but who are part of the European seed area, adopted a law authorising the commercialisation of limited quantities of seeds not listed in the catalogue (see Box: Opening up the seed system in Switzerland). Also in 1998, France created an annex to its national catalogue for amateur horticultural varieties. Seeds of the varieties can only be sold to non-professional gardeners who don't commercialise their harvest.
Box: Opening up the seed system in Switzerland
(with the collaboration of Francois Meienberg of Berne Declaration)
In Switzerland, like in the European Union, seeds cannot be marketed or exchanged unless they are registered and certified with the government. However, in 1998, the Swiss government amended its seed law to allow for the circulation of local varieties, traditional ( 'obsolete ') varieties and landraces ( 'ecotypes '). It did this through a special derogation from the main law. The derogation states that seeds of local varieties can be sold or given away for free without being registered or certified in the conventional way as long as they satisfy regular quality controls (germination, purity, etc) and bear a special label. In addition, the government retains the right to limit the quantity of seeds of local varieties that can be circulated.
This means that planting material of traditional varieties can legally be marketed without fulfilling the DUS and VCU criteria. But clearance is necessary from the government, which maintains a list of traditional varieties cleared for marketing, and the quantities are restricted.
The quantitative ceiling at present is the amount of seed needed to cultivate 5-10 hectares of the variety per year, for the whole country -- which the government translates into a weight measure. For example, if someone wants to produce and sell a locally adapted potato variety for growing in Switzerland (where one tonne of seed potato is needed for one hectare), only 5-10 tonnes of this seed potato will be permitted for circulation in a given year.
A few things are rather unclear:
• Who has the right to sell the seed if this variety gets clearance: one person or 50 people? If only one person, the first to register that year, then this is a monopoly on that potato variety. There is normally only one registrant per variety, in Switzerland, 'the breeder '. But who is 'the breeder ' of a traditional variety? The government says it never considered this matter. The thinking right now is that if someone else wants to produce seed of a listed traditional variety, that person should contact the registrant and they can sort it out.
• How can or does the government control the quantitative limits? At present, there seems to be no system for this.
• What does the quantitative limits apply to: sale or exchange or both? Circulation, in the law, covers both sale and exchange.
In the six years since it was signed into law, the government has given authorisation for 64 cereal and 67 potato varieties under this derogation.
Pro Specie Rara (PSR) is one organisation making use of this new legal provision. Since 1982, PSR have been maintaining and producing seed of traditional plant varieties as well as threatened animal breeds and final produce for consumers. With the change in the Swiss seed law in 1998, they can now go into marketing of traditional seeds, which they started doing in 2001. But the quantitative limit is turning into a problem. They have in fact recently got authorisation to market a blue potato variety, off the mainstream catalogue, called Blue Swede. They produced 10 tonnes, within the government’s restriction, and are marketing the seed material through Coop, a huge retailer. But now, the Swiss potato professional organisation, involving potato growers and seed potato producers, is taking notice. They're complaining that at 10 tonnes, Blue Swede is gaining a noticeable market and is not fulfilling a 'conservation ' role anymore.
Negotiations are now starting up to find a solution. The government thinks that the Blue Swede should just be entered into the regular catalogue, so that there is no more quantitative limit. But then it's not clear if it would need to go through DUS and VCU testing. PSR might need to appeal to have it registered under one of the seed law derogations to avoid the DUS and VCU testing.
The EFTA Convention establishes a common seed market among the four EFTA member states (Iceland, Liechtenstein, Norway and Switzerland ), allowing the free circulation of seeds accepted for marketing in one state among all four states, with the specific exclusion of local varieties accepted for circulation in Switzerland. In other words, local materials (at least from Switzerland) are excluded from the EFTA common seed market.

In March 2005, the European Commission came up with a proposed directive on "conservation varieties" which deviates from the standard DUS criteria and replaces testing with "the knowledge gained from practical experience during growing, reproduction and use".
If it is adopted, this directive will have to be implemented by member states by 1 June 2006. The proposed definition of conservation varieties is limited to local varieties at risk from genetic erosion, which makes it clear that this is only about saving, at a low cost, what is at risk of disappearing and which could tomorrow be used as a resource for the seed industry. The recognition of the possible evolution of a variety (from repeated growing) introduces implicitly the continued creativity in dynamic farmers' seed selection. Seed mixtures are not recognised unless associated with a natural or semi-natural habitat, which excludes mixtures selected for associated crops outside of the defined zones in the national scheme of classification of natural or semi-natural vegetation. Within this directive, conservation varieties could be commercialised in very limited quantities, without an indication of whether this is a global quantity for each variety or a quantity for each harvest commercialised, nor are there details of who can commercialise these quantities. Without more details there is a risk that a government will allocate the quantity to one seed producer. Finally, nothing is said about the inalienable right of farmers and gardeners to freely exchange outside of the seed market, whatever they have harvested themselves. In countries where this exchange is strongly suppressed, this directive does provide a slight improvement. However, in countries where this exchange is largely tolerated, particularly in the new member states in Eastern Europe, this could be used as an excuse to restrict seed exchange.
European organic farmers, since 2003, can use conventional certified seeds but only for varieties that are not already available as organic seed. As official organic seed is subject to the same rules for all commercial varieties, these seeds are not necessarily adapted to local conditions, which is essential for organic production. In 2004, Germany put in place specific criteria for the registration of organic varieties. Since early 2005, France is looking into specific VCU criteria for low-input crop production.
What now?
There are still a number of options available to farmers in Europe to give them more flexibility in using their own seeds. Several countries have asked for the directive on biotechnology patents (98/44/EC), which allows patenting on life, to be re-negotiated. Evidence since 1998 now questions the science upon which this patent law was based on. In Italy, a country which takes a far more flexible view on European seed laws, some interesting developments are under way. The growing use of "conservation varieties", especially by organic agriculture, provides ground to implement a law for their registration. . The discussion around conservation varieties could also be used to reintroduce the concept of collective rights within seed-related legislation, including to protect farmers' seeds against biopiracy. The Swiss law allows for the exchange of limited quantities of seed from non-registered varieties. This should be the opportunity to state unambiguously the absolute right of farmers to freely exchange their seed outside of all commercial regulations.
Box: Seeds as genetic resources
Whatever the sophistication of the techniques used, no plant breeder can "create" a seed from nothing. All genetic material comes from the immense biodiversity provided by generations of farmers over the whole world. Since the beginning of the 20 th Century, varieties of agricultural and horticultural crops have disappeared at an alarming rate. This is due to seed companies taking over the role of producing seeds from the farmer and using just a few varieties specifically for the industrial agricultural model. As breeders and seed companies know, they still need a genetic pool from which to develop new varieties. Which is why large public collections and gene banks were formed where thousands of varieties are stocked. The industry is free to use these public collections to develop their own private collections of just a few specialised plants. The irony of course is that their own private collections are not available publicly.
These varieties, whether they exist in collections or are still farmed, are not legally treated as varieties, but as a genetic pool for the breeder. It is for this reason that they are termed "genetic resources" and what was once a resource for farmers is now legally a resource only for a few seed companies and researchers.
In the first instance, the FAO declared genetic resources a "common heritage of mankind". In the name of research freedom, access is completely free. This legal concept made possible, until 1992, all the large seed collections.
In 1992, at the Earth Summit in Rio de Janeiro, the South obtained the "sovereign rights of States over their natural resources" and "the equitable sharing of the benefits" from their use, though the benefits soon appear to be an illusion.
In 2002 in Italy, most governments signed the International Treaty on Plant Genetic Resources for Food and Agriculture (ITPGRFA). ITPGRFA agreed to collect a maximum of resources to make an inventory within a national collection which is freely accessible to all other signatories. With the ITGRFA these national collections become the heritage of the private club of seed companies.
For the large majority of food producers in the South, the farmer grows, selects and conserves biodiversity in the same field. In Europe, these three activities have been totally divorced by law. Farmers are either supposed to produce food or to select and produce seeds or to conserve genetic resources. The ITPGRFA reserves access to genetic resources only for the purpose of conservation, selection or training. Therefore, European farmers who today can still recuperate a few seeds in the national collections to restart breeding and selecting now face this last alternative to industrial seeds being closed forever. Neither the "past and future contributions from farmers for conservation and increased biodiversity" nor the "right to participate in decision making" on the questions related to this, as stated in the FAO Treaty, are recognised by European laws. Europe has ratified the ITGRFA, but implementation of its provisions on farmers' Rights is left up to national legislation.


------------------------
[1] Terroir is a French word that has no real equivalent in English. It refers to soil or land, but it encompasses elements of geography, pedology and culture all at once. Terroir is a source of identity. It is often used to explain the characteristics of a given wine.
Ref: seedling|seed-05-07-3-en