30 Ağustos 2008 Cumartesi

Hazırlanmakta olan "yerel tohumlar tebliği" hakkında öneriler

Türkiye'de farklı sivil toplum örgütlerinin yürüttüğü "yerel tohum" projeleri, tartışma gruplarının önerileri ve konuyla ilgili görüşmeler neticesinde elde edilen yorum ve bilgileri aşağıdaki şekilde özetlemek ve önermek istedim:
1- 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu, "çeşit" tanımlı endüstriyel ve FYD özelliklere sahip tohumları kapsamakla birlikte, üreticilerin ihtiyacı kadar tohum saklama, ticari olmamak kaydıyla takas yapabilme vb öneriyle köylük (yerel) tohumlara da (açık olmayan bir şekilde) atıfta bulunmaktadır. Kanunun her iki kulvarı (çeşit ve köylük tohum) çok net ayırmasına destek olacak açıklamalar yayınlanacak tebliğ içinde yer almalıdır.
2- Islah edilerek FYD özellik kazandırılması hedeflenen gen kaynaklarının kullanımına ilişkin izinler Tarım Bakanlığı ilgili birimleri tarafından sağlanmalı; hedef tohumların (mesela GDO'lu tohumlar, kısır tohumlar) üretimine ve tesciline (mesela genişletilmiş bir patent hakkı alarak köylük tohum üzerinde hak iddia etmek, vb) ilişkin izinler, uluslararası anlaşmaları (mesela, 1996 tarihli Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi) hiçbir şekilde ihlal etmemelidir.
3- Köylük tohumların ıslah çalışmaları sebebiyle, Anayasa'mız ve uluslararası sözleşmeler gereği, küçük çiftçiler ve köylüler aynı zamanda kültürel bir mirasın koruyucusu ve sürdürücüsü olarak anılmalı; binlerce yıllık emeğin saygın karşılığı yasal mevzuat içinde de yer alabilmedir.
4- Küçük çiftçi ve köylülerin biyolojik ve kültürel bir mirasın sürdürülebilmesi için önemi ulusal tarım politikalarında, eğitim, geleneksel üretim toplantıları, maddi kaynaklar (UNDP gibi) ile de pekiştirilmelidir. Bu şekilde (aslında organik tarımın yegane hammaddesi olan) köylük tohumların korunması, kullanımı ve tüketilmesine (yetişmiş ürün olarak) de ulusal teşvikler sağlanmalıdır.
5- Köylük (yerel) tohumlar, milli servetimiz olarak kabul edilmeli ve hak sahipliği Tarım Bakanlığı'nın yetki vereceği tek bir kamu kurumu üzerinde buluşmalıdır.
6- Köylük tohumların kullanımı, satışı, takas mekanizmaları tebliğ içinde tanımlanan özel şartlarda ("çeşit" tohumlardan farklı olarak) gerçekleştirilmelidir (etiket bilgisi, geleneksel paketleme şartları vb).
7- Türkiye'nin önümüzdeki 10 yıllık dönemde yanlış alanlarda sanayileşme, hatalı su politikaları, iklim değişikliği ve erozyon gibi ciddi tehditler altında çölleşmesi sürecinde, özel şartlarda (su, iklim; toprak, dış girdi, vb) daha fazla verim sağlayan endüstriyel tohumların yanısıra, tarımsal planlarını ("B" planı olarak değil, paralel plan olarak) asgari dış girdi, düşük su ihtiyacı, daha besleyici ve kısır olmayan (dolayısıyla bizi açlığa mahkum etmeyecek) özellikli köylük tohumları ile sürdürmesi gerekir. Dolayısıyla, köylük tohumların yer alacağı paralel tarımsal üretim planlarında, ulusal gıda güvenliğimiz sağlanacak; hiçbir özel veya kamu kurumunun ayrıcalıklı avantajına terkedilemez bir zenginlik ortak paydası ulusal paylaşım olan bir stratejide yerini bulacaktır.
Cem Birder

19 Mart 2008 Çarşamba

KİMİN ÜRÜNÜ? ORGANİK TOHUM SERTİFİKASYONU POLİTİKASI

Orijinal Ingilizce için http://www.grain.org/nfg/?id=543
Çevirmen: Halit Elçi
GRAIN

Organik tarımın gerisinde, çevre ve sağlığın merkezi önemde olması ve çiftçilerin emeklerinin karşılığını alabilmeleri görüşü yatar. Fakat organik tarım aynı zamanda -sertifikasyon gibi- pazarlama araçlarıyla ciddi bir ticari iş alanı haline geliyor ve giderek daha fazla alana yayılıp etkisini arttırıyor. Dünya çapında 30 milyon hektarın üzerindeki sertifikalı organik tarım arazisi, şimdiden küresel pazar için 30 milyar avro değerinde ürün üretiyor. Bu piyasa, klasik gıda ürünleri küresel piyasasından çok daha hızlı büyüyor. Sertifikalı organik gıdaların ana pazarı hala çok büyük ölçüde Kuzeydir; ancak ihracata yönelik organik üretim Güneyde sürekli biçimde artış gösteriyor. Aynı zamanda Güneyde, sıradan çiftçilere yönelik yerel organik gıda ve çiftçilik sistemleri geliştirmek için yeni stratejiler oluşturuluyor; ki bunların çoğu sertifikasyona ticari yaklaşımı reddediyor.

Sertifikalı organik ürünler nelerdir?

Sertifikalı organik ürünler, ayrıntılı ve hassas teknik standartlara uygun olarak üretilmiş, depolanmış, işlenmiş, paketlenmiş, pazara sürülmüş ve bir sertifikasyon yetkili kurumu tarafından “organik” olarak belgelendirilmiş ürünlerdir. Bir ürün ancak bir sertifikasyon kurumunca organik standartlara uygunluğu onaylanınca, o şekilde etiketlenebilir.Gıda ticaretine ve perakende piyasalarına hakim olan çok-uluslu büyük şirketler, son onyıl boyunca büyümesini sürdüren organik gıda ürünleri piyasalarına bakışlarını değiştirdiler. Onlar artık bu piyasaları ortadan kaldırılması gereken tehlikeler değil, fethedilmesi gereken büyüyen pazarlar olarak görüyorlar. Tohum şirketleri bile konuya yaklaşımlarını değiştirmeye başladı. Son yıllarda tohum sanayisinden koro halinde yükselen sesler şöyle özetlenebilecek bir pazarlık önerisinde bulunuyor: “Eğer siz organik çiftçilerin bizim tohumlarımızı kullanmasını zorunlu kılarak bize bir pazar garantisi verirseniz, size organik tohumlar sağlarız.” Bu, potansiyel olarak tehlikeli sonuçlar yaratabilecek, ama organik hareketi içinde kimilerini sağlayacağı yararlarla ikna edebilecek tartışmalı bir öneridir. Sayıları giderek artan birçok hükümet de tohum sanayisinin önerisini destekliyor. Öte yandan başka hükümetler ise bu pazarlığı, organik tarımı şirketlerin kontrolü altına sokacak ve küçük çiftçilerin ve tüketicilerin çoğunluğunun çıkarlarına aykırı düşürecek bir tuzak olarak değerlendiriyor.

2003 yılında, organik tohumlar üzerine bir konferansa Organik Tarım Hareketleri Uluslararası Federasyonu (IFOAM) ve Uluslararası Tohum Federasyonu (ISF) tarafından ortak olarak ev sahipliği yapılacağı haberleri gelince, organik tarım hareketi ile uluslararası tohum sanayisi arasındaki yakınlaşma birdenbire iyice görünür hale geldi. Dünya çapında organik hareketinin şemsiye örgütü ile gen [teknolojisi] devlerinin merkezi lobicilik ajansı arasında nasıl bir ortak zemin olabileceğini anlamak zordu. Fakat konferansın amacının tanımlanışı, konuyu çok açık hale getiriyordu: “Sertifikalı organik tarımda organik olarak üretilmiş tohum kullanımının zorunlu tutulmasına ilişkin hem Avrupa’da hem de ABD’de kabul edilen son düzenlemeler, yerel çeşitlerin (variety) tohumlarını ertesi yıllara saklayan ve değiş-tokuş eden küçük çiftçiler ile süpermarket kanallarının taleplerine uyumlu modern çeşitlerin tohumlarını satın alan ticari çiftçiler için farklı anlamlar ifade ediyor. Bu yeni durum, organik tarımın gelişmesini kolaylaştırmak için daha iyi bir kavrayışı ve daha fazla işbirliğini gerekli kılıyor.” Toplantı, açıkça yeni kurallara uygun tohumların nasıl üretileceği konusunu tartışmaya yönelikti; bu kurallarınorganik tarımın yararına olup olmadığı sorunu ise neredeyse hiç gündeme getirilmedi. Bu konferans raporunun ekindeki tablo, yasal düzenlemelerin tohum şirketleri ile tüm dünyadaki organik çiftçileri nasıl bir evliliğe zorladığını net biçimde ortaya koyuyor. Basitçe bu gelişmenin çeşitli yerel tohumları kullanan küçük çiftçiler ile organik monokültürler yetiştiren büyük çiftçiler için “farklı anlamlar”a sahip olacağını söylemek, sorunu olağanüstü hafife almak demektir. Sertifikalı organik tohumlar için yapılan bu zorlama, çiftçi temelli tohum sistemlerinin organik pazarlara erişimini kolayca önleyebilir ve organik çiftçilik için gereken tohum arzını, organik tohumları yeni bir “yüksek değerli” pazar fırsatı olarak gören geleneksel ve transgenik tohum işinden [ticaretinden] gelen bir avuç büyük şirketin ellerine bırakabilir. Tohum fiyatlarının yükseleceği kesindir; tıpkı genetik çeşitliliğin daralmasının kesin olduğu gibi. Çünkü bu tohum şirketleri çabalarını hibritlerin ve diğer tek-tip çeşitlerin geliştirilmesi üzerinde yoğunlaştırıyor. Herşeyin ötesinde bu, organik tarımı sanayileşmiş ihracat yönelimli çiftçilik yoluna daha da fazla sokacaktır; küçük ölçekli çiftçilerin katılımını ise zorlaştıracaktır.

Şirketler tarafından tezgahlanan bu tür tohum sertifikasyon oyunlarına kanmak yerine, organik tarım hareketi, çiftçilerin elindeki yerel olarak geliştirilmiş ve biyo-çeşitli tohumların kullanımını ön-alıcı biçimde teşvik etmelidir. Dünyadaki organik gıdanın çoğunluğu küçük ölçekli çiftçiler tarafından üretiliyor ve gıda ürünlerinin çoğunluğu organik olarak belgelendirilmiş (sertifikalı) değildir. Milyonlarca çiftçi, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) tanımlamasıyla “sertifikalı olmayan organik tarım”ı uyguluyor; bu tarz tarım, yerel tohum geliştirme ve değiş-tokuş sistemleri yoluyla sürdürülen muazzam tohum çeşitliliği zenginliğine, geleneksel bilgiye ve kırsal toplulukların etkin katılımına dayanıyor. Bu sistemler yalnızca bir milyarın üzerinde insanın gıdasının çoğunluğunu üretmiyor; onlar aynı zamanda çoğu kez daha verimli ve sürdürülebilir sistemlerdir.

Bu yazıda, organik tohumla ilgili yasal mevzuatta ne gibi değişiklikler olduğuna, mevzuatın şimdiden organik tarımcılığı nasıl etkilediğine ve zarar gören çiftçiler ve örgütlerin bazılarının konu hakkında neler söylediğine bakacağız.

Yasaların uzun kolu

Avrupa, sertifikalı organik tohumda uyulması zorunlu koşullar konusunda diğer herkesten öndedir. Organik gıdanın en büyük ithalatçısı olarak Avrupa, diğer birçokları için standartlar oluşturuyor. Avrupa Birliği’nin organik üretime ilişkin 1991’deki ilk Konsey Yönetmeliği, 2001 itibariyle organik üretimde organik tohumların kullanımını zorunlu kıldı. Bunu izleyen 1999 tarihli bir Konsey Yönetmeliği, zorunluluğu uygulama tarihini 2004’e erteledi; fakat aynı zamanda organik tohumlar üzerindeki benzer hükümler hem Uluslararası Gıda Standartları Komisyonu hem de IFOAM’ın organik standartlarıyla bütünleştirildi. Bu ise, organik üretimde organik tohum kullanımı koşulunun pratikte tüm ulusal, bölgesel ve özel sertifikasyon standartlarında yaygın olarak yer almasını sağladı.

Genel olarak bu çeşitli standartlarda organik tohumlara ilişkin ifadeler oldukça benzerdir. Bunların tümü sertifikalı organik tohumları zorunlu tutar; ancak çoğu, -çiftçilerin bu tür organik tohumlara ulaşılamadığını gösterebildikleri durumlar için- istisna olarak adlandırılan muafiyetler tanır. Tipik olarak mevzuat, “ulaşılabilir” olmayı neyin oluşturduğu konusunda pek az kesinlik sağlar ve yasal düzenlemeleri denetleyen sertifikasyon kurumlarına çok fazla takdir yetkisi verir. Fakat tohum sanayisinin ağır lobi faaliyetinin sonucu olarak bu muafiyetler daraltılmaya başlıyor; ve Avrupa bir kez daha öncülüğü elinde tutuyor.

2003 yılında, organik tohumlar üzerindeki muafiyetin süresini uzatan bir başka yönetmelikyoluyla, Avrupa Komisyonu, tüm üye ülkelere, ticari olarak ulaşılabilir organik tohumların tescili için bilgisayara dayalı veritabanları kurulması zorunluluğunu getirdi. Bu veritabanları, çiftçiler bir istisna yapılmasını istedikleri zaman referans olarak hizmet verecek. Bugün organik sertifikalı üretimde sertifikasız bir çeşidi kullanmaya izin verilebilmesi için, çiftçinin ekmek istediğine benzer herhangi bir çeşide veritabanında ulaşılamadığını göstermesi zorunludur. Ayrıca, eğer bir AB hükümeti, veritabanındaki belirli türlere ait tohum çeşitlerinin ve miktarlarının ülkesinde organik tarımcılığı beslemeye yeterli olduğuna karar verirse, o hükümet bu türler için tüm istisnaları kaldırabilir ve organik tarımcıların yalnızca veritabanında listelenen çeşitleri kullanmasını zorunlu kılabilir. Örneğin Hollanda 2004’te buğday, yulaf, arpa, çavdar ve patates için istisnaları kaldırdı. 2005’te Belçika 9 sebze türü için istisnaları kaldırdı. Fransa’da Tarım Bakanlığı 8 tarımsal ürün ve 10 sebze için özel bir izleme sistemi kurdu; bunun için veritabanına başvuran organik çiftçiler, eğer bir başka çeşidi kullanırlarsa “özel olarak kontrol edilebilecekleri” yönünde uyarılıyorlar. 2007’nin başlarında Fransız hükümeti mısıra ilişkin tüm istisnaları kaldırdı. Uygulamaya ilişkin kurallar yıldan yıla daha da sıkılaştırıldı ve öyle görünüyor ki AB’deki organik tarımcılar çok kısa süre sonra yalnızca tohum şirketlerinin sunduğu sınırlı sayıdaki organik çeşitler arasından seçim yapabilecek.

ABD’deki yasal durum Avrupa’daki kadar mesafe almış değildir. Bazı kaynaklara göre, şu anda ABD’deki organik tarım arazisinin yalnızca yüzde 8’inde sertifikalı organik tohum ekilidir ve bu konudaki ulusal mevzuat hala oluşum halindedir. Ancak Avrupa’yla aynı yönde değişiklikler hızla gerçekleşiyor; bu konuda organik tohum sertifika vericileri (certifier) ve çok-uluslu tohum sanayisi başı çekiyor. ABD’deki büyük bir organik sertifika verici olan Kaliforniya Sertifikalı Organik Tarımcılar (CCOF) diyor ki, “ABD Tarım Bakanlığı’nın Ulusal Organik Programı’na göre, organik tarımcılar -ulaşılabilir olduğu her zaman- organik tohumlar ve organik ekim malzemesi kullanmalıdır” ve denetleyicileri geldiğinde hazır olmalıdırlar: “Eğer organik olmayan tohum kullanıyorsanız, organik tohum araştırmanıza dair bir günlük tutun. Tohum tedarikçilerine ilettiğiniz talepleri kaydedin (tarih, tedarikçi, sonuç) ve tohum kataloglarında veya web sitelerinde yaptığınız aramaları kaydedin.”

Hangi ürünlere ABD organik tarımında izin verileceğine karar veren örgüt olan Organik Materyal İnceleme Enstitüsü (OMRI), tohum şirketlerinin elinde -satış için- bulunan sertifikalı organik çeşitleri listeleyen merkezi bir veritabanı geliştirdi. Eğer Avrupa’daki deneyim bizim için bir şey ifade ediyorsa… bu veritabanındaki çeşitlerin kullanımı çok fazla sürmeden organik çiftçiler için zorunlu hale getirilecektir.

Dünyanın geri kalanı için standartlar belirlemek

Organik ürün ithali için en büyük pazarları oluşturan AB ve ABD, sınırlarının ötesindeki sertifikasyon standartlarının oluşturulması konusunda çok büyük ölçüde baskı uyguluyorlar. Pek çok sertifikalı organik ürün Güneyden Kuzeye yolculuk ediyor ve bu nedenle onların bu büyük piyasalarda geçerli olan standartlara uyması gerekiyor. Genel olarak üretim standartları, ithalci ülkeler tarafından onaylanan özel üçüncü-taraf sertifika vericilerce uygulanıyor ve giderek artan bir sıklıkla, hükümetler ve hatta büyük perakendeciler kendi görevlilerini önceden bildirilmeyen ani ziyaretler için Güneydeki organik çiftliklere gönderiyor. Tohumların AB’nin organik standartlarında en önemli yeri işgal etmesi nedeniyle, tohum konusu kaçınılmaz olarak Güneyde faaliyet gösteren temel sertifikasyon kurumlarının gündeminde üst sıralara çıkıyor.

Dünyanın en büyük uluslararası özel sertifika vericilerinden biri olan ve AB dışında 80’den fazla ülkede denetlemeler ve sertifikasyon gerçekleştiren Ecocert, AB’ye erişim olanağı arayan organik üreticilere şunu söylüyor: “Tohumlar konusundaki AB yönetmelikleri, organik tohum piyasalarının kuruluşunu desteklemek anlamına gelir. İthalat izni verilmesi sırasında AT dışındaki ülkelerde bu kuralın uygulanışı gözetilecektir… Yukarıda belirtilen yönetmeliğe istisnalar ancak belirli koşullar altında tanınabilir. Eğer yetiştiriciler istenen çeşidin organik tohumlarını elde edemiyorlarsa, sertifikasyon kurumuna bunlara ulaşma imkanının olmadığına dair yeterli kanıt sunulmalıdır.”

ABD’de, en büyük organik sertifika verici kurum olan ve Latin Amerika ve Çin’den ABD’ye organik ithali için temel sertifika verici konumunda bulunan OCIA, üreticilerin kullandıkları tohumların çeşit adlarının ayrıntılarını veren bir formu doldurmalarını şart koşuyor; organik olmayan tohum kullanıldığı durumlarda çiftçiler her halükarda “organik tohumun kaynağını ortaya çıkarmak üzere en az iki kaynağa başvurma girişimlerinin kayıtlarına sahip olmalıdırlar.”

Büyük ithalatçı ülkelerdeki mevzuat ve sertifika vericilerden gelen baskılar, Güneyin ihracatçı ülkelerinden bazılarında şimdiden ulusal mevzuat ve standartlarda uyum sağlayıcı değişikliklere neden oluyor. Bunlar çoğu kez, çiftçiler için seçenekleri daraltarak, bunun yerel bağlamda ne kadar saçma olabileceğini önemsemeden, talep edilenin ötesine gidiyorlar. Tunus’un ulusal standardı, çiftçilerin sertifikasız organik tohum kullanmasına, yalnızca onların uygun çeşide ulusal ve uluslararası tohum piyasalarında ulaşılamadığını kanıtlayabildikleri zaman izin veriyor. Buna ek olarak, Tunus standardının en son versiyonu gereğince, tüm istisnaların süresi 2007’nin sonunda dolacak! Filipinler’in standardı, sertifikasyon kurumlarına istisnaların ne zaman sona ereceğine dair zaman çizelgesi belirleme çağrısında bulunuyor. Bolivya’nın 2002 ulusal standardı, 1999 AB Konsey yönetmeliğiyle uyumlu olarak istisnaların 2003’ten sonra geçersiz olacağını bildiren bir zaman çizelgesi belirliyor. Çin ve Arjantin henüz istisnalara kapıyı kapatmadı; fakat onların standartları çiftçilerin tohumlarının kaynağını kanıtlamasını istiyor.

Tayland’daki GreenNet’ten Vitoon Panyakul, problemin organik standartları “yasallaştırma” yönündeki büyük hareketten kaynaklandığını söylüyor. Panyaki, bu hareketin hükümetlere “organik”i tanımlama yetkisi verdiğini söylüyor ve bunun da pratikte şu anlama geldiğini belirtiyor: “’Organik’ sözcüğü, tarım sanayicilerinin standartları kendi istedikleri şekilde değiştirmek için çok daha kolay lobicilik yapabilecekleri ABD Tarım Bakanlığı, AB Komisyonu ve Japonya Tarım Bakanlığı tarafından tanımlanıyor.” Gerçekten, hükümetlerin organik tohumlara yaklaşımına bakıldığında, tohum sanayisinin önerdikleriyle organik sertifikasyon standartlarının koşullarının ne kadar üst üste düştüğünü görmemek imkansız: Az sayıda uzmanlaşmış tohum sağlayıcı şirketle işleyen sıkı biçimde düzenlenmiş bir sistem; tüm organik çiftçiler tohumlarını bu şirketlerden sağlamak zorundadır. Panyakul, “Thailer’in standartların gönüllülük temelinde tutulması için dişiyle tırnağıyla savaşacak olmasının” bir nedeninin de bu olduğunu söylüyor.

Tohum yasaları: Genel manzara

Bu organik sertifikasyon standartlarının yaratacağı tüm sonuçlar, çiftçilerin tohumlar üzerindeki tasarrufunu kısıtlayan yasal düzenlemeler ve diğer mekanizmalar paketinin her yana yayılması bağlamında bakıldığı zaman, apaçık hale gelir. Örneğin Avrupa’da, mevcut tohum yasalarına göre tescilli olmayan çeşitlerden gelen tohumları değiş-tokuş etmek veya satmak yasadışıdır. Bu nedenle çiftçilerin tohumları yeraltına inmek, tehlikeli bir yasadışı varlığa dönüşmek durumundadır. Gerçi hükümetler kuralların nasıl uygulanacağı konusunda farklılık gösteriyor ve gruplar çiftçilerin çeşitleri için kataloglarda biraz yer açmaya gayret ediyor ama bu noktada yasalar bu tür tohumların ulusal organik tohum veritabanlarına girmesine izin vermiyor. Buna, Avrupalı çiftçilerin ancak sertifikalı tohumları kullandıkları takdirde para yardımı alabilecekleri; organik veritabanlarında ulaşılabilir olan çeşitlerin birçoğunun, onlar ya hibrit olduğu ya da bitki yetiştiricileri hakları ile bağlı olduğu için, çiftçi katılımını imkansız kılması gibi sorunlar eklenebilir.

Avrupa tipi tohum yasaları, artık Güneydeki ülkeler arasında tamamen norm olma yolundadır. Afrika’da durum oldukça ciddidir. Bu kıtada, çoğu kez Kuzeyliler tarafından finanse edilen bölgesel girişimlerin etkisi altındaki birçok hükümet, halen kıtanın tohum ihtiyacının büyük bölümünü karşılayan çiftçi tohumları için ne gibi sonuçlar doğuracağını dikkate almadan, AB tipi yasaları dayatma süreci içindedir. Tunus AB tarzı bir tohum yasasını 1999’dan beri uyguluyor; bu yasa, yalnızca resmi katalogda tescilli olan çeşitleri pazara sürebileceğinizi söylüyor ve bütünüyle çiftçi tohumlarının aleyhine olan ölçütleri kullanıyor. Hindistan’da, onay bekleyen yeni tohum yasası, çiftçileri tek-tiplilik ve saflık standartlarını karşılamayan tohumları satmaktan men ediyor ve tohumlarını bir “marka” adıyla satmalarını engelliyor. Bolivya’nın yeni tohum yasası resmi katalogda kayıtlı olmayan tohumların satışını veya değiş-tokuşunu yasaklıyor; aslında o, çiftçilerin çeşitlerinin satışını ve değiş-tokuşunu yasaklıyor. Bu tür tohum yasaları, uygulanmakta olan organik standartlarla birlikte, aslında, çiftçi tohumlarıyla sertifikalı organik üretim yapmanın tüm yasal zeminlerini ortadan kaldırıyor.

Organik AŞ

Bu yasal zorluklar organik gıda zincirinde şirketlerin varlığının büyümesi bağlamında değerlendirildiğinde, tablo daha da karanlık hale geliyor. Yıllık küresel organik gıda ve içecek pazarı yaklaşık 30 milyar avro hacmindedir ve uluslararası büyüme oranları yıllık yüzde 15 ile yüzde 22 arasında değişiyor; buna karşılık genel gıda ve içecek pazarının büyüme oranları yıllık yüzde 2 ile yüzde 6 arasındadır. Şu veya bu biçimde gıda işiyle uğraşan büyük şirketlerin hepsinin bir gözü organik gıdalar üzerindedir. ABD’de 4000, dünyanın geri kalanında 2200’ün üzerinde mağazası bulunan küresel süpermarket devi Wal-Mart son zamanlarda organiklere yöneldi. İngiltere’nin iki önde gelen süpermarket zinciri olan Tesco ve Sainsburys’in her biri şimdiden ülkedeki organik pazarının yaklaşık yüzde 30’una sahip. Bu şirketler kendi satın alma ve dağıtım ağlarını kurdular; nerede olursa olsun bütün çiftliklere ulaşıyorlar ve bu şekilde organik üretimi etkileri altına alıyorlar. Ve bu çiftlikler çoğunlukla Güneydedir: İngiltere’de satılan organik meyve ve sebzelerin tam yüzde 83’ü gelişmekte olan ülkelerden ithal ediliyor. Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ile Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) ortak kuruluşu Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (ITC) ifadesiyle, “ürünlerine ilişkin beklentilerindeki ve satın alma güçlerindeki giderek artan zorluklar ve sıkıntılar, onları -pazarasürecekleri ürünler için- neredeyse tümüyle endüstriyel gıda üretimi yöntemlerine yöneltebiliyor.”

Büyük tedarikçiler, müşterileri olan perakende zincirleriyle askeri nizamda uygun adım yürüyor. Pepsi, Danone, ConAgra ve Tyson gibi gıda şirketleri, -süpermarketlere ürün tedarik etmek için- daha küçük organik gıda şirketlerini ele geçiriyor veya kendi organik üretim işletmelerini geliştiriyorlar. Bu şirketlerin çoğu üretimlerini Güneyde sözleşmeli yetiştirme projeleri (contract growing schemes) yoluyla gerçekleştiriyor. Örneğin, ABD’deki en büyük dondurulmuş brokoli tedarikçisi MarBran, son zamanlarda Guatemala’da bir sözleşmeli yetiştirme projesi uyguluyor.

Büyük perakendeciler sık sık, onların tedarikçilerinin kendi üreticilerine -organik olsun ya da olmasın- EurepGap standartlarını uyguladıklarını belirtiyorlar. Yakın zamanlarda GlobalGap adını alan EurepGap, dünya çapında tarımsal ürün sertifikasyonu için gönüllülüğe dayalı standartlar oluşturan bir özel sektör kuruluşudur. Organik üretimle ilgili tohumlar konusunun öneminden dolayı EurepGap bir tohum standardı oluşturdu; bu standart, çiftçilerin “YBÇKB (Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliği) ölçütlerini karşılayan” çeşitleri kullanıp kullanmadığını değerlendirmek ve “yetiştirilen çeşitlerin yerel mevzuata uygun ve fikri mülkiyet haklarıyla uyumlu olarak elde edildiğini kanıtlayan, istek üzerine ulaşılabilecek olan yazılı belgelerin bulunduğunu” teyit edecek olan sertifika vericilerin varlığını şart koşuyor. EuropGap standardı aynı zamanda, çiftçinin, “tohum kalitesini garanti eden ve çeşit saflığını, çeşit adını, parti (batch) numarasını ve tohum satıcısını belirten bir belge”yi saklamasını ve ulaşılabilir halde tutmasını gerektiriyor. EuropGap, dünyanın her yerindeki iyi tarımsal uygulama için pratik bir rehber olarak hizmet ettiğini ileri sürüyorsa da, tohum kullanımı konusunda, daha çok tohum sanayisinin bir lobi kuruluşu olarak işlev görüyor.

Gen devleri ilerliyor

Organik tohumlar da, organik sanayisini ve genel olarak gıda sistemini etkileyen şirket birleşmeleri furyasından muaf değildir. Gerçekte, görece büyük tohum şirketlerinin bazıları şimdiden organik tohumları geliştirmeye ve pazara sunmaya başladılar. Avrupa veritabanlarındaki organik tohumları pazara sunan küresel “en büyük 10” tohum şirketi arasında şunlar bulunuyor: Yan kuruluşu Pioneer eliyle organik mısır tohumu sunan Dupont; yan kuruluşları Advanta Seeds ve Nickersons eliyle bütün bir dizi ürünü sunan Fransız tohum devi Limagrain; organik mısır ve şekerpancarı sunan Alman KWS. Başka şirketler ise daha küçük organik tohum şirketlerini kendine katarak satın alma yoluyla sektöre giriyor; Alman organik tohum şirketi Hild’i satın alan Bayer ve ABD’deki ilk organik tohum şirketlerinden biri olan Seeds of Change’i ele geçiren M&M Mars gibi. Organik tohumlardaki kâr fırsatları büyürken bu eğilim de güçlenecektir.

Avrupa’da satılan organik tohumların bir çoğunun kaynağı, ürün listesine organikleri ekleyen az sayıdaki büyük Hollanda şirketidir. Onlar pek çok ülkede istasyonlara ve yan kuruluşlara sahiptir ve böylece bütün bir yıl boyunca tohum üretebiliyorlar. Sözgelimi Enza Çin, Tanzanya ve Meksika dahil 14 ülkedeki yan şirketleriyle büyük bir çok-uluslu tohum şirketidir. Organik sebze tohumlarının üretiminde, onun yan şirketi olan Vitalis eliyle iş yapar. İki büyük tohum şirketi Bejo ve Rijk Zwaan’ın her biri düzinelerce ülkede operasyonlar yapar; bunlar şimdi aynı zamanda piyasaya organik tohum sunuyor.

Birçok küçük tohum ticarethanesi pazara organik tohum sürüyor olsa da, Avrupa’daki sertifikalı organik tohum üretimi şimdiden birkaç büyük şirketin elinde toplanmıştır. Örneğin ulaşılabilir organik çeşitler için Hollanda veritabanına bakan biri, tekrar tekrar aynı isimlere rastlar. Her ürün tipik biçimde iki veya üç şirketin hakimiyetindedir (bkz. aşağıdaki tablo).

Hollanda pazarındaki sertifikalı organik tohumlar, seçilmiş ürünler: Pazara birkaç şirket hakim...Ürün (toplam çeşit sayısı), en büyük şirketler (çeşit sayısı), toplamın %'si:

Karnabahar (11), Vitalis (9), % 82Hıyar (42), Vitalis (13), Rijk Zwaan (10), Hild (8), % 74
Mısır (12), Ekova (4), Limagrain (3), Pioneer (2), % 75
Tatlı biber (32), Vitalis (24), % 75
Kıvırcık salata (151), Vitalis (66), Rijk Zwaan (39), % 70
Beyaz lahana (49), Bejo (21), Bingerheimer (13), % 70
Ispanak (21), Vitalis (4), Bejo (3), Bingerheimer (3), % 83
Domates (71), Vitalis (29), De Ruiter (14), Rijk Zwaan(6), % 69

Kaynak: www.biodatabase.nl

Tohumların ve organik ürünlerin bütünleşmesi dünyanın diğer yerlerinde de gerçekleşiyor. Çin’de ülkenin en büyük “Yeşil Gıda” ve organik ürünler şirketi olan Çin Ulusal Yeşil Gıda Sanayi Şirketi, Çin Ulusal Tohum Şirketi’nin yan kuruluşudur. Bu demektir ki, ülkenin en büyük tohum şirketi, organik üretimde kullanılan tohumlara ilişkin Çin’in standartlarına uygunluğu gözetimle yükümlüdür. Benzer bir durum Hindistan’da görülüyor. Ülkenin önde gelen tohum şirketlerinden biri olan Namdhari Seeds, bugün organik gıdaların başlıca üreticilerinden ve perakendecilerinden biridir. Bir diğer büyük Hindistan tohum şirketi JK Agri Genetics -büyük bir şirketler grubu olan JK Topluluğu’nun bir parçası- Aralık 2006’da kendi organik gıdalar bölümünü oluşturdu. Bu şirket şimdi 200-300 sözleşmeli organik yetiştiriciden oluşan bir ağ kuruyor.

Temellere geri dönüş

Organik çiftçilerin çoğu, organik tohumların kullanımının tercih edilir olduğu konusunda anlaşır ve bu nedenle tohum sistemlerinin geliştirilmesini açıkça destekler. Fakat organiklerin güvenilirliğini korumanın bir yolu olarak tohumları belgelendirmek (certifying), onları bir pazar yaratmanın ve organik tohumları tohum şirketleri için kârlı hale getirmenin bir yolu olarak belgelendirmekten bütünüyle farklıdır.

Onyıllardır çiftçilerle birlikte tohum çeşitliliği üzerine çalışan Kolombiya’daki “Grupo Semillas”dan German Velez şu açık sonuca ulaşıyor: “İster geleneksel ister transgenik tohumlar için olsun, tohum sertifikasyonunun her biçiminin yanlış ve zararlı olduğunu düşünüyoruz. Bu işlem çoğu kez, bir avuç tohum şirketinin yalnızca tohum zincirini değil, onlarla birlikte gelen teknolojileri de kontrol etmesine izin veren fikri mülkiyet hakları sistemiyle ilişkilendirilir. Organik tohumların sertifikasyonu da aynı şekilde kabul edilemezdir; çünkü o, sertifika vericilerin ve tohum şirketlerinin uyguladığı kontrol yoluyla küçük çiftçilerin organik tarımdan dışlanmasının ve üzerlerinde egemenlik kurulmasının bir aracıdır. Bu bağlamda, resmi sertifikasyon sistemleriyle bağı koparmayı ve üreticiler ile tüketiciler arasında doğrudan, dürüst bağlantılar kurmayı hedefleyen girişimler ortaya çıktı. Bu alternatiflerin çoğu henüz pek göze çarpmıyor olsa da, onlar çoğalıyorlar ve yerli tohumların ve tarım bilgisinin değiş-tokuş edildiği yerel değiş-tokuş sistemleri ve pazarları olan tohum festivalleriyle daha da güçleniyorlar.

Kosta Rika organik tarım hareketinden Eva Carazo da benzer bir sonuç çıkarıyor: “Biz organik tarımı tarımsal-ekoloji olarak anlıyoruz ve bu mantıkla, doğrudan doğruya yerel ve yerli (özgün) tohumları savunma üzerinde odaklanıyoruz. Kosta Rika’daki mevzuat, ulaşılabilir oldukları takdirde, sertifikalı organik tohumların kullanımını zorunlu tutuyor. Bizim avantajımız şu ki, bu tohumlar henüz ulaşılabilir durumda değiller; bu nedenle organik üretim genel olarak hala yerel tohumlara dayanıyor.” Chito Medina, Filipinler’deki alternatif “Masipag çiftçi garanti sistemi”ni geliştirme işine katılıyor. Masipag, çiftçilerin kendi standartları temelinde ürünlerine kalite kontrolü uyguladıkları bir tür grup sertifikasyon sistemidir ve yerel gıda güvenliği sorununa çözüm getirmeye odaklıdır. Masipag, yerel tohum üretimini destekleme ve geliştirmeye ilişkin onlarca yıllık bir deneyime sahiptir ve aynı zamanda organik üretime katılır. Filipinler hükümeti yakın zamanlarda organik standartlara ilişkin yasal düzenlemeleri onayladı; fakat Medina, bunun Masipag gibi çiftçilerin başını çektiği girişimleri destekleyip desteklemeyeceğinden kuşku duyuyor: “Hükümet milyonlarca çiftçiyi göremiyor; onlar yalnızca kendisini gösteren şirketleri, büyük ve sesi çok çıkan üreticileri görüyor. Bu durumda, hükümetin modeli, aslında bir şirket yaklaşımıdır.

Büyük çiftçiler ve sertifika vericiler ile biyo-çeşitliliği ve küçük çiftçileri savunan ve giderek sesini yükselten grubun ikili çıkarlarını bir arada -ama gerilimsiz değil- temsil eden IFOAM bile, piyasa yönelimli sertifikasyon düzenleri yerine, çiftçiler ve tüketiciler arasında güvenli ilişkiler kurulması yönünde işlev gören yerel sistemleri destekleyecek programlara sahiptir. Bununla paralel olarak, IFOAM çeşitli mitingleri mali olarak destekledi ve “katılımcı garanti sistemleri” konusunda özel bir çalışma grubu kurdu; sözkonusu sistemler organik standartlara bir alternatif oluşturuyor ve IFOAM’ın üye örgütlerinin çoğu tarafından aktif biçimde takip ediliyor.

Organik tohumlar çiftçilerin ellerinde olmalıdır

Günümüzde takip edilen, tohumları organik sertifikasyon cenderesine sokma yolu, organiklerin ticari yönleri onun daha köklü hedeflerine baskın olmaya başlayınca işlerin nasıl kötüleşebileceğini gösteriyor. Esas olarak sertifikasyon, çiftçileri, onlara organik tohumları sağlamaları için tohum şirketlerine para ödemeye zorlamanın bir aracı olarak kullanılıyor; bunun altında, tohum şirketlerinin bu parayı iyi organik çeşitlere tahvil edeceği varsayımı yatıyor. Fakat organik hareketindeki sayısız örnek gösteriyor ki; çiftçiler, özel sektör veya resmi sertifikasyon olmasızın, kendi tohum ihtiyaçlarını kolektif olarak gözetme konusunda oldukça yeteneklidirler. Ekolojik tarımcılık ilkeleri temelinde “yeni tarım hareketi”ni yürüten Bangladeşli STK (sivil toplum kuruluşu) UBINIG örneğini ele alalım. Onun kurucularından Farida Akhtar’a göre, UBINIG ülke çapında yaklaşık 100.000 çiftçi ailesini içeriyor. Bu çabayı sürdürmek için birçok “topluluk tohum zenginliği merkezleri” kuruldu; bunlar düzinelerce farklı ürünün yüzlerce farklı çeşidinin tohumlarıyla ağa hizmet veriyor. Fakat bu merkezler, parçası oldukları tohumağının yalnızca göze çarpan küçük bir bölümüdür. Ülkenin çok farklı parçalarındaki yüzlerce topluluk her mevsim bu tohumları kullanıyor ve onları kendi çiftliklerinde saklıyor. Köylüler, herhangi bir anda binlerce farklı tohum çeşidinin yetiştirilmesini ve bir yerlerde canlı tutulmasını garantileyecek şekilde gelişkin bir değiş-tokuş ve gözetim ağını yürütüyor. Sertifikaya hiç gerek yok.

Mesipag’ın halk topluluklarına dayanan yaklaşık 500 örgütten oluşan ağı, bir “Çiftçi-Biliminsanı Ortaklığı”na öncülük etti; böylece çiftçiler bir grup tarımbilimcinin yardımıyla kendi pirinç çeşitlerini üretmeye başladılar. Kimyasal maddesiz tarım ve bunun ülke çapında yayılması yönelimiyle onlar, geniş bir Masipag çeşitleri yelpazesi yarattılar; onların çoğu resmi bitki yetiştirme kurumlarınca üretilenlerden daha üstün niteliklidir. Bu çeşitler merkezileştirilmiyor ve yerel düzeyde değiş-tokuş ediliyor. Çiftçiler hangi ürünlerin kendilerine uygun olduğunu biliyor ve tüketiciler Masipag’ın neyi temsil ettiğini biliyor. Masipag çiftçilerine sertifikalı organik pirinç çeşitleri sağlayacak yetiştirme/geliştirme kurumlarına hiç gerek yok.Kuzeydoğu Brezilya’da ASPTA ve diğer STK’lar, yerel olarak üretilmiş ve intibak etmiş tohumlara ulaşmayı ve böylece tohum şirketlerinin sunduğu çeşitlere bağımlılıktan kaçınmayı sağlamak üzere, çiftçilere bir topluluk tohum bankaları ağı kurmaları için yardım etti. Doğu Afrika’da, Etiyopya Organik Tohum Hareketi (EOSA), çiftçiler tarafından geliştirilen iyi kaliteli tohumların çeşitliliğini ve ulaşılırlığını güvence altına almak amacıyla yerel tohum değiş-tokuş ağı yaratmak üzere çiftçilerle birlikte çalışıyor. Fransa’da, Réseau Semences Paysannes, canlı bir tohum ağını yaşatan ve yerel tohum seçme (seleksiyon) ve geliştirme yeteneğini organize eden, biyo-çeşitlilikle ilgili köylü-çiftçiler ve örgütlerden oluşan bir ağdır. Benzer ağlar İspanya’da, İtalya’da ve Avrupa’nın diğer kısımlarında da vardır.Çiftçiler düzeyinde iyi ve çeşitli tohumlara ulaşılmasını sağlayan bu tür yaklaşımların, ağların ve sistemlerin birikmiş deneyimi etkileyicidir. Tohum şirketleri elbette buna katılabilir; fakat çiftçilerin, büyük tohum şirketlerine kârlı gelen organik tohumlara yatırım yapılması için kendi tohum sistemlerini feda etmeleri, intihar anlamına gelir. Fakat bu, tam da organik standartların yapmak istediği şeydir. IFOAM eski başkanından yapılan alıntıda belirtildiği gibi sorun sadece organik tohum sertifikasyonunun çiftçilerin tohum sistemleri açısından düşük öncelikli olması değildir; o gerçekte çiftçilerin tam da varoluşlarına yönelik büyük bir tehdittir.

Eğer organikler küçük ölçekli çiftçiler ve yerel gıda sistemleri için anlamlı bir konsept olarak varlığını sürdürecekse, onun bu tür piyasa tuzaklarından kaçınması gerekir. Organik hareketinin organik tohum sertifikasyonu standartlarının dayatmalarına “dur” demesi için; şirket tohum sisteminden geri durması için; ve çeşitliliğin zenginliğini, her yerde filizlenen çiftçilerin yönettiği sistemleri sürdürme, geliştirme ve yaygınlaştırmada diğerleriyle birleşmek için, çok geç kalınmış değildir.“Bir çiftçi olarak benim temel çıkarım -inanıyorum ki bu görüşü çiftçilerin çoğuyla paylaşıyorum-, organik tarımcılığa iyi biçimde uyarlanmış tohumları ve çeşitleri elde etmededir. Bunlar eskiden kalma tohumlar da olabilir, yeni geliştirilmiş tohumlar da. Kabul etmeliyim ki, bu tohumların sertifikalı organik olup olmaması benim öncelik listemde ve aynı zamanda gıda ürünlerimi satın alan tüketicilerin önceliklerinde giderek alt sıralara düşüyor. Son zamanlardaki standartlar ve yasal düzenlemelerdeki değişikliklerin bu öncelikleri yansıttığından kuşkuluyum.” Gunnar Rundgren, IFOAM’ın eski başkanı.

Bask ülkesinde alternatif piyasalar oluşturma

Bask küçük çiftçiler örgütü ENHE, diğer sivil toplum gruplarıyla birlikte, bir bütünsel katılımcı sertifikasyon projesinin geliştirilmesine katılıyor. Bu proje yalnızca tarımsal-kimyasalların kullanılmaması anlaşmalarını değil, sosyo-ekonomik faktörleri (katılan çiftçiler için asgari bir gelir gibi) ve tüketicilerle yakın ilişkileri (proximity) de içeriyor. Girişimin dayandığı iki temel ilke, gıda bağımsızlığı ve tarımsal ekolojidir. Tohumlara gelince; başlangıç noktası, “projenin yerel ürünlerin ve çeşitlerin, ayrıca onlarla ilgili yerel tarımsal bilginin varlığının sürdürülmesini,yeniden üretimini ve iyileştirilmesini desteklemesidir.” Projeye katılan çiftçilerden biri olan Paul Nicholson, girişimi ve onun uğraşmayı hedeflediği konuları şöyle açıklıyor:“İki-üç yıl, ürettiğimiz gıdaların sertifikasyonu hakkında bir iç tartışma yürüttük. Üyelerimizin giderek artan bir bölümü, bölgesel hükümetten ve IFOAM’dan gelen mevcut sertifikasyon sistemlerini reddediyor. Temel sorun, bu sertifikasyon planlarının organik tarımın ihracat ve piyasa yönelimli türlerini savunuyor ve teşvik ediyor olması; buna karşılık bizim sürdürdüğümüz tarım türünü pek dikkate almamasıdır. Bizim bakışımıza göre, tek unsur çevresel sürdürülebilirlik değildir. Toplumsal faktörler, ekonomik faktörler ve yakın ilişkiler unsuru aynı derecede önemlidir. Bizler, çiftçi ve tüketici örgütlerini ve ağlarını içeren ve sürecin üretim, dağıtım ve tüketim yönlerini kapsayan alternatif sertifikasyon sistemleri üzerinde tartışmayürütüyoruz. Bunlar üretim, toplumsal koşullar (emek, fiyatlar, ücretler vb.) ve çevresel koşullara ilişkin modeller konusundaki geniş uzlaşımlara dayanıyor. Tüketiciler de, onlarla birlikte tanımladığımız parametreleri kabul ediyor ve onlara uyma taahhüdünde bulunuyor.

Bu zor bir iştir ve büyük bir risktir; çünkü biz esas olarak alternatif pazarlar yaratıyoruz. IFOAM içinde bu konu büyük bir tartışmaya yol açtı. Küçük çiftçiler artık sorunların altından kalkamıyor; bu nedenle piyasalara ve tüketicilere ilişkin farklı bir yaklaşıma ihtiyacımız var. IFOAM içinde, tarımsal ihracat modeline doğru çok güçlü ve etkisini arttıran bir yönelim var. Fakat bu ikiliği sürdürmek imkansızdır. Bir yanda ihracat modeli, diğer yanda yakın ilişkilere dayanan çiftçilik… açıkçası bunlar birbiriyle uyuşmuyor. Bunlar uzlaşmaz çelişki içindedir ve IFOAM bugün bir iç sorun ve tartışmayla karşı karşıyadır.”

Çeşitliliğin yok edilişi

Organik tarımcılığın ana ilkelerinden biri, tarımsal biyo-çeşitlilikten yararlanma ve onu sürdürmedir. İronik biçimde, organik tohum standartları yönündeki zorlama, çeşitliliği yok etmeyle sonuçlanıyor. Organikler üzerindeki artan şirket kontrolü ile bir organik tohum piyasası yaratmayı dayatan yasal mevzuat arasında sıkışmış olan; öte yandan kendi tohumlarını veya kendi çiftçilik koşullarına uyumlu geleneksel tohumları kullanmak isteyen çiftçiler, kendilerini giderek artan biçimde yasadışılığın sınırlarında buluyor. İtalyan Organik Tarım Birliği’den (AIAB) Cristina Micheloni, çiftçilerin seçimini şöyle özetliyor: “Yerel çiftçilik sistemlerine uyan ve pazar tarafından talep edilen ama tohumları sertifikalı organik olarak ulaşılabilir olmayan bir uyarlanmış çeşidi kullanmak; ya da özel olarak yerel koşullara uyarlanmış olmayan ve pazar tarafından özellikle talep edilmeyen bir çeşidin sertifikalı organik tohumlarını kullanmak.” Bu seçim olanağı, tarımsal biyo-çeşitlilik ve sürdürülebilirlik için feci sonuçlar doğuran yasal düzenlemelerdeki değişimle zaman içinde ortadan kaldırıldı. Micheloni ve onun çalışma arkadaşları, İtalya’daki geleneksel çiftçilerin 35 yaygın buğday çeşidi, 60 işlenebilir domates çeşidi ve 56 mısır çeşidine ulaşabildiğini belgelediler. Oysa organik çiftçiler yalnızca -sırasıyla- 15, 7 ve 6 ürün çeşidi arasından seçim yapabilir; kaldı ki bu çeşitler onların çiftçilik sistemlerine uyarlanmış olmayabilir de. Ayrıca, organik sebze çeşitlerinin çoğu hibrittir ve bu da onların çiftlikte çoğaltılma olanağını ortadan kaldırır. Sonuç olarak, çok fazla sayıda çiftçi, kendi çeşitlerini veya yerel çiftçilik sistemlerine uyan ama bir organik olarak ulaşılabilir olmayan diğer çeşitleri kullanabilmek için kendilerine istisna tanınmasını istiyor; fakat bu seçenek, şirketler ve sertifika vericiler onları yasadışılığa itmede başarılı oldukça, giderek artan ölçüde sınırlı hale geliyor. Bu şekilde, organik tohuma ilişkin düzenleme, çeşitliliği arttırmak yerine azaltıyor.

Cristina Micheloni, Kuzeydoğu İtalya’nın tipik bir bitkisi olan radicchio (bir çeşit hindiba) üreten Veneto’lu çiftçilerin durumunu rapor ediyor: “Oradaki çiftçiler yüzyıllardır kendi radicchio çeşitlerini ürettiler; organik olarak sertifika verilmiş ya da resmi olarak tescil edilmiş olanları değil. Yasal mevzuata göre şimdi onların bunu yapmasına izin verilmiyor; fakat onlar, daima yaptıkları gibi, bunu bir şekilde yapıyorlar; bu da onların ürettiklerinin kalitesi bakımından kilit önemdedir. Her çiftçi belirli bir radicchio türünde uzmanlaşır ve bunlardan çok sayıda vardır: radicchio di Treviso, di Verona, Chioggia, di Lusia, di Castelfranco… Onlar tohumları tümüyle gayriresmi olarak kendi aralarında değiş-tokuş eder ve dener. Tüketiciler onları sever ve yüksek fiyatlar öder. Bu şekilde çiftçiler tarlalarda çeşitliliği sürdürür ve kendi çiftçilik koşullarına, çiftçilik tarzlarına ve piyasanın talebine en uygun bitkileri kullanır. Fakat durum giderek daha da zorlaşıyor. Bu çeşitler, çoğu kez yeterince tek-tipli veya istikrarlı olmadıkları için, herhangi bir katalogda tescil edilme hakkı kazanamıyor. Ve onlar tescilli değillerse, yasal olarak yokturlar.

23 Kasım 2007 Cuma

DİKKAT! TÜRKİYE UPOV’A GİRİYOR:
KÜRESEL TOHUM ŞİRKETLERİNİN SON DARBESİ


Tayfun Özkaya
Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü
tayfun.ozkaya@ege.edu.tr

UPOV’da nerden çıktı demeyin. Küresel tohum şirketlerinin yeni bir darbesi ile karşı karşıyayız. Türkiye birkaç gün içinde kısaltılmış adı UPOV olan Uluslararası Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliği’ne girecek. Belki de siz bu satırları okuduğunuzda bu iş bitmiş bile olacak. Tohum yasasında olduğu gibi bu işlem de fazla toz kaldırmadan yürütülmekte. Türkiye’deki destekçileri “ne güzel ülkemiz 65. üye olacağına göre bu iyi bir şey, modernleşiyoruz” diyecekler. Aslında ise bir yandan çiftçilerimizin kendi tohumlarını yetiştirme hakları her geçen gün kısıtlanıp tamamen ortadan kaldırılırken, diğer yandan da tüketicilerin besleyici değeri yüksek, antioksidantlarca zengin ve lezzetli sebzeleri, meyveleri yok olarak plastik domatesler, patlıcanlar burunlara dayatılacak. Ulusal bitki ıslahçılarımızın çeşitlerden ıslah amacıyla yararlanmalarının önüne büyük engeller getirilerek gelişme başka ülkelerde olduğu gibi yavaşlatılacaktır. Bütün bunlara rağmen UPOV yandaşlarının bizleri gelişme karşıtı olarak suçlayacaklarına eminiz.

UPOV 1960’da sonradan devleşecek olan tohum şirketlerinin güdümündeki altı Avrupa ülkesi tarafından kuruldu. 1990’lara kadar sadece 20 üyesi vardı. Ancak küreselleşme ile birlikte hiçbir zorunluluk olmamasına rağmen IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar ve büyük devletler gelişmekte olan ülkeleri bitki çeşitleri üzerindeki fikri mülkiyet haklarını koruma iddialı UPOV’a girmeye zorladılar. Bugün Türkiye 65. üye olma yolunda.

UPOV’un çeşitli sözleşmeleri var. İlki 1961’de “Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunması Uluslararası Anlaşması” adı altında imzalandı. Daha sonra 1972, 1978 ve 1991’lerde bu anlaşma gözden geçirilerek yenilendi. Ancak UPOV’un 50. kuruluş yılı olan 2011’de tohum devlerinin hâkimiyetini iyice pekiştirecek olan yeni bir anlaşma tezgâhlanmaktadır.

1961 UPOV anlaşması 1970’lere kadar pratikte uygulanmadı. Bu sözleşmelerin uygulandığı yaklaşık 30 yılda gelişmiş ülkelerde bitki çeşitlerinin çoğu kayboldu. FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) dünya biyoçeşitliliğindeki kaybı %75 olarak açıklamıştır. Kısacası gelişmiş ülkelerde çiftçi tohum firmalarının esiri olurken tüketiciler besin değeri düşük, ancak tarım ilaçları ve kimyasal gübrelerle yetiştirilebilen tatsız ürünleri yemek zorunda bırakıldılar. Dekara verimlilik bazen artabildi ama bunun çiftçilere, tüketicilere ve doğaya zararı çok fazla oldu. ABD’de kanser, kalp, şeker ve obezitenin çok fazla olması tesadüf değildir. Bunda genetik olarak farklılaşmış yerel çeşitlerin yerine geçen genetik olarak birörnek güya modern tohumların da payı çok büyüktür. Şimdi gelişmiş ülkelerin bütün dünyada yapmak istedikleri aslında bu filmi gelişmekte olan ülkelere de gösterme arzusudur.

Başbakanlığın web sayfasında[1] UPOV’a Türkiye’nin yaptığı başvurunun sadece gerekçesini okuyabiliyorsunuz. Bu gerekçede, bitki ıslahçılarının haklarını koruma altına alarak Türkiye’nin yeni tohum geliştirmek için yatırımları çekeceği iddia edilmektedir. Bu gerçekçi olmayan bir dilekten öteye gidemez. Şu anda da küresel tohum şirketleri ya doğrudan ya da yerli şirketler aracılığı ile tohum pazarlamasından öte bir şey yapmamaktadırlar. Tekelleşme dünyada çok yüksektir. Dünya’da 2006 yılında tek bir şirket (Monsanto) ticari tohum pazarının %20’sine sahiptir. Dört şirketin payı %44, on şirketin payı ise %57’dir. Amaç halen az çok köylünün denetimde olan alanlarda da tam bir hâkimiyet sağlayarak tohum pazarını bütünüyle ele geçirmektir. Geliştirecekleri doğaya zararlı, köylüye zararlı, tüketiciye zararlı tohumlarına ihtiyacımız yok. Bugün Türkiye’de olduğu gibi dünya’da halen köylülerin, çiftçilerin ürettikleri tohumların oranı oldukça yüksek oranlardadır. Hatta Arjantin, Avustralya, Kanada gibi ülkelerde bile bu oran %65 ile %90 arasında değişmektedir. Polonya’da bu oran yağlık kolza hariç bütün ürünlerde %90’dır. Bu sayıları veren tohum devlerinin etkisinde olan Uluslararası Tohum Federasyonudur. Federasyonun 2005’de sadece 18 gelişmiş ülkede yaptırdığı bir araştırmaya göre büyük şirketler bu ülkelerde ek bir 7 milyar dolarlık tohum pazarı ele geçirilebilecektir.[2] Eğer bütün dünyada çiftçilerin kendi yetiştirdikleri tohumlar engellenebilirse piyasa genişlemesi 73 milyar dolara çıkmaktadır. Bugün için bile tohum pazarı elmas pazarından büyüktür. Türkiye halen kabul edilmesi hayli riskli olan 1991 sözleşmesini kabul edecektir. Ancak tehlike 2011’de imzalanması düşünülen yeni sözleşme ile anormal büyümektedir. 1991 sözleşmesinde çiftçilerin kendi tohumlarını kullanmaları oldukça kısıtlanmıştır. Büyük tohum devleri halen gelişmekte olan ülkelerin yerel tohumları ile ülkelerin kamu kuruluşlarına ait gen merkezlerindeki tohumlara istedikleri gibi el koymuşlardır ve koymaya devam etmektedirler. Buna biyokorsanlık diyoruz. Bir ABD firması Hindistan’ın basmati çeşidi pirincine el koyarak kendi adına patent çıkartmıştır.[3] 1991 sözleşmesinde çeşitlerin bitki ıslah amacıyla kullanılmasına izin vardır. Ancak “temel olarak türev çeşitler” denilen yani daha çok başka bir çeşitten yararlanarak geliştirilen çeşitler için ancak telif hakkı ödenirse bu yararlanma söz konusu olabilecektir. Bu ilk bakışta gelişmekte olan ülkeleri hatta çiftçileri koruyucu gibi görünmekle birlikte her türlü imkâna sahip olan dev şirketler için bu kural kendi lehlerine işlemektedir. Zaten UPOV’a göre ve Türkiye’nin kabul ettiği tohumculuk kanununa göre (yeknesaklık) birörneklilik ve durulmuşluk göstermeyen tohumluklar yani yerli çeşitler, köylü çeşitleri tohum kataloglarına girmemektedirler. Hâlbuki bir örnek olmayan, çeşitlilik gösteren, sürekli değişim gösteren yerel tohumlar için bu özellikler üstünlüktür. Ancak endüstri için bu özellikler kötüdür ve yerel çeşitlerin yeri sadece gen bankalarıdır. Burada çoğu zaman ölmeye bırakılırlar. Onlar için burası aslında morgdur. Bu tohumları kimse koruyamayacaktır. Bunlar biyokorsanlığa açıktır. Kısacası bunların yağmalanması önlenemeyecektir. Ayrıca gen bankalarındaki çeşitler de yağmalanmaktadır. Küresel tohum firmalarının bunlardan yararlanarak bir çeşit geliştirdiğini kolayca ispatlanamayacak, ancak bunların geliştirilmek için yararlandıkları çeşitlerin ve tiplerin “temel olarak türev çeşitler” olduğu bu şirketler tarafından iddia edilebilecektir. UPOV sözleşmelerinin araştırmaları teşvik ettiği yalandır. California Üniversitesinden Charles E. Hess şöyle demektedir:

“Fikri mülkiyet hakları genetik materyal değişimini yavaşlatmakta, yeni bilginin yayılımını yavaşlatmakta, temel ve uygulamalı araştırma arasındaki dengeyi altüst etmekte ve bilimsel bütünlüğü yok eder görünmektedir.”

Bitki çeşitlerinin korunması ismi yanlıştır. UPOV sözleşmeleri çeşitleri korumaktan ziyade büyük bitki ıslahı ve biyoteknoloji firmalarının çıkarlarını korumaktadır. 1991 sözleşmesinde öncekilerden farklı olarak çeşitler için ayrıca patent alabilmektedirler. Daha öncede söylediğimiz gibi on bin yıldır köylülerin geliştirdiği çeşitler bir iki gen eklenerek patent alınmaya çalışılmaktadır. Burada sanayi patentlerinde olduğu gibi bir buluş yoktur. Hırsızlık vardır. 1960’larda bir Batı Almanya Tarım Bakanı bitkilerdeki patentler yüzünden “kırsal kesimin yakında dilenmeye itileceğini” söylemişti.[4]

1991 sözleşmesinde ürünler üzerinde bile şirketlerin hak edebilmesinin yolları açılmıştır. Eğer telif hakkı tohuma ödenmez ise çeşit sahibi hasattan elde edilen ürünü kullanandan ödeme talep edebilecektir. Benzer bir olay Kanada’da gerçekleşmiştir. GDO’lu çeşitten gen kaçması sonucu tohum şirketi aslında zarara uğramış çiftçiden tazminat talep etmiştir.

2011 yılında yeni bir UPOV sözleşmesi hazırlanacaktır. Bu anlaşmada çiftçiler, tüketiciler ve doğanın boynundaki kement biraz daha sıkılacaktır. Eğer başarılı olabilirlerse bu sözleşme köylülerin tohum üzerindeki haklarının ve ıslah amacıyla çeşitlerin kullanılmasının sonu olacaktır. Yeni sözleşmede muhtemelen çeşitler yanında ürünler üzerinde de hak iddia edilecektir. Patent sahibi veya koruma sahibi firma ürünlerimize kendi çeşidinden üretildiğini iddia ederek el koyabilecektir. Çeşitlerin koruma süresi 1991 sözleşmesinde 20–25 yıl iken 2011 sözleşmesinde 25–30 yıla çıkacaktır. Islah amacıyla çeşitlerin kullanımı şimdi kısıtlı iken 2011 sözleşmesinde 10 yıl boyunca kullanılamayacak, daha sonra ise sadece kayıt ile ve sahibine telif ödenerek yapılabilecektir. Üreticiler tohumlarını kullanamayacaklardır. Bütün dünya için tek bir uygulama yapılabilecek, şimdi olduğu gibi koruma yanında ayrıca patent de yapılabilecektir.

UPOV’un sonucu genetik kaynaklarımız yağmalanacak, köylü çeşitleri, yerel çeşitler gelişmiş ülkelerde olduğu gibi hızla yok olacaktır. Tarım ilacı ve gübre kullanımına dayalı bir tarım sistemi olan endüstriyel tarım yaygınlaşacak, bu topraklarımızın, sularımızın, ürünlerimizin kirlenmesini getirecek, küresel ısınmayı hızlandıracaktır. Köylüler tohumlara daha yüksek fiyat ödeyecek ve endüstriyel girdilere daha çok para harcayacaklardır. Taşımaya daha elverişli tatsız ve besin değeri düşük sebze, meyveler yüzünden ülkemizde de uluslararası şirketlerin eline geçmiş hipermarket zincirlerinin ürün üzerindeki hâkimiyetleri artacak, ürünler daha ucuza çiftçinin elinden alınabileceklerdir. Bütün bu gelişmeler köylünün yoksullaşması ve kırlardan göç ederek kentlere yığılmasını hızlandıracaktır. Lezzetsiz ve besin değeri düşük ürünleri tüketecek olan tüketicilerin sağlıkları ABD’deki gibi bozulmaya devam edecektir.

UPOV’u kabul etmemiz için hiçbir zorunluluk yoktur. UPOV Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ile çelişmektedir.

UPOV ülkenin topsuz tüfeksiz işgalidir.

Türkiye varlıklarını savunacaktır.




[1] www.basbakanlik.gov.tr/docs/kkgm/kanıuntasarilari/101-1094%20GEREKCE.doc da okunabiliyor.
[2] http: //tinyurl.com/26lbqe
[3] GAIA/GRAIN, Ten Reasons not to Join UPOV-Global Trade and Biodiversity in Conflict, issue no. 2, May 1998. www.grain.org/briefings/?id=1
[4] Stephan A. Bent,”History and Portents for Intellectual Property Rights in agricultural Innovations” Patent Protection of plant -Releated Innovations: Facts and Isues, ISF Seminar, Copenhagen, 1-2 June 2006.

28 Haziran 2007 Perşembe

Tohumculuk Yasası Hakkında: "Yaşam Patentlenemez"
28/06/2007 - Açık Radyo

Ömer Madra: Toprak Ana Platformu'ndan Cem Birder'le beraberiz. Hoş geldin Cem.

Cem Birder: Hoş bulduk, günaydın. Nasılsınız?

ÖM: İnsanlık toplayıcı ve avcı dönemi geride bırakıp, tarıma geçtiğinden beri, tohum konusu en temel ve karmaşık konularımızdan biri. Genetik bakımdan değiştirilmiş tohumlar meselesi ile hormonlu tarım meselesi karışıyor, bir de hibrit olarak doğal melezleştirme yapıyorlar. Durum nedir Türkiye'de?

CB: Gerçekten çok katmanlı, yani çok boyutlu bir matriks diyebiliriz tohum meselesine. Bir kaç cümlede sorunu özetlemek çok da kolay değil, ama en azından şöyle diyebiliriz; bir kere ne yazık ki önceliği yok. Sadece Türkiye için değil, tüm dünyada yaşanan günlük yangınlar diyebileceğimiz, ekonomik, sosyal, güvenlik, siyasi olayların arasında güncel bir önceliğe geçemediği için, yedek listede giderek sorun büyüyor. O açıdan tohumu güncel bir sorun olarak incelemek yerine, hayatımızın genelinde, geleceğimizi çok yakından ilgilendireceğinin farkına varıp, düşünmek ve güncel sorunlar ne olursa olsun onu izlemeye devam etmek gerekiyor.

Türkiye'deki tohum kanunu, aslında sorunun sadece küçük bir kısmı, çünkü tohum kanunu çıkmadan önce de Türkiye'de çok ciddi şekilde, özellikle köylük tohumlarda, yerel tohumlarda yaşanan bir erozyon var. Bu büyük ölçüde kanunun da temelini oluşturan, dünyadaki büyük tohum firmalarının sıkı ve güçlü rekabeti ve güçlü bir pazarlama sistemi ile oluşan bir süreç.

ÖM: Tohum firması düşüncesi insana tuhaf geliyor, çok uluslu tohum firması neden oluyor, nasıl oluyor?

CB: Tohum çok yaşamsal bir kaynak, bugün petrol dediğimiz zaman herkesin aklı duruyor, savaşlar çıkıyor ama bir taraftan baktığınızda da alternatifleri olabilecek bir kaynak. Bir çok petrol devi sürdürülebilir enerji kaynaklarına ciddi ar-ge yatırımları yapıyor ve piyasaya yavaş yavaş ağırlığını koymaya başlıyor. Diğer yandan yeni bir takım enerji kaynakları konusunda araştırmalar var, hidrojen gibi veya destekleyici bor gibi bir takım enerji pilleri konusunda çalışmalar var. Dolayısıyla petrolün yakın gelecekte yok olması, dünyada çok ciddi bir kutuplaşma, yani bir zorluk oluşturmayabilir, çünkü bütün bunlar öngörülen bir takım parametreler. Ben o konuda çok da kötümser değilim, çünkü çok büyük yatırımlarla farklı alternatifler oluşturmak her zaman mümkün. Fakat diğer taraftan, tohumun durumu çok farklı, bir başka kaynağın durumundan şöyle farklı, çünkü çok yaşamsal, yani üzerimize iki battaniye daha çekip belki ısınma sorunumuzu halledebilirken, açlık insanın baş edemeyeceği bir sorun.

Dünya ekonomisinde tohum sektörünün diğer sektörler yanında çok büyük bir önemi yok, fakat yaşamsal anlamda en büyük güç, özellikle kısır tohumlar yüzünden dünyanın tüm ülkelerinde gelecekte ciddi bir tehdit haline dönüşebilir. Fiyatlar üzerinde istedikleri gibi de oynayabilirler. Dolayısıyla bizim gıdalarımızın temelini oluşturan tohumlar üzerinde kesin bir hakimiyet kurmaları çok ciddi bir risk oluşturuyor.

ÖM: Kısır tohum kavramını biraz açımlar mısınız?

CB: Kısır tohum zaten tohum firmalarının ayakta kalmasını sağlayan yegâne unsur. Bir domatesi bugün paketlenmiş, etiketlenmiş ithal bir tohum olarak satın alıp da saksınıza ektiğiniz zaman, o ürettiğiniz domatesin tohumlarından ertesi sene domates üretmeniz mümkün değil. Bu kısırlaştırılmış tohumlar, laboratuar şartlarında çok fazla sayıda tohumun çapraz döllemesiyle elde edilen bir teknik neticedir. Bunun ille de genetiği değiştirilmiş olması gerekmiyor, o da ayrı bir konu, ama netice olarak işin özü, bu yaşamın kaynağına sahip olmak, bunun üzerinde patent hakları oluşturmak ve neticede belki on bin yıldır bu topraklarda olan, asıl vatanı bu topraklar olan tohumlarınıza bir şekilde sahip olmalarıyla neticelenen bir süreç.

Avi Haligua: Bu süreç şöyle işliyor galiba, siz gidiyorsunuz mesela 10 adet domates tohumu alıyorsunuz, çok güzel 10 adet domates fideniz oluyor, ama bir dahaki sezonda tekrar 10 adet tohum almanız lazım 10 fide istiyorsanız değil mi?

CB: Evet, ilk baştaki tohum fiyatları ve imkânları son derece toleranslı ve cazip oluyor haliyle, sonrasında işler biraz değişmeye başlıyor. Şimdi bunun ekonomik tarafı bu, yani ekonomik açıdan bir bağımlılık oluşturuyor. Peki bu tohum firmalarının bu satışı yapabilmesinin sebebi nedir? Çok büyük sayılarda yapılan tohum analizleri ve sonuç ilişkilerinden elde edilen verimin, sizin köy tohumlarına göre daha yüksek olabilmesi. "Olabilmesi" diyorum, çünkü belli şartlarda bu sağlanabiliyor. Yani o X, A, B, C firmalarının kendi laboratuar şartlarında sağlanan bu yüksek verim, bir takım ısı, nem, toprak ve su özellikleriyle sağlanabiliyor. Bu şartlar, bu parametreler, hele ki bugünkü iklim değişikliğinde ciddi sapmalar gösterebiliyor. Bunun da örneklerine dünyada rastladık; özellikle Hindistan'da son 8 sene öncesine kadar herkes kendi yerel tohumlarıyla
çalışma yaparken, özellikle Dünya Bankası ve IMF'nin de desteğinde, çok da iyi bir niyetle verim arttırma çalışmaları başladı ve halk tamamen endüstriyel tohumlara geçiş konusunda özendirildi. Neticede yaklaşık 25 bin çiftçi intihar etti, çünkü gördüler ki kendi yerel tohumları ile, bu aldıkları verime hiçbir zaman ulaşamadılar, üstüne üstlük bu tohumları alabilmek için ciddi borçlanma içine girdiler ve bu borçlanma sonucunda ürün alamadıkları için borçlarını ödeyemez hale geldiler. Biliyorsunuz Hintlilerin inanışlarında reenkarnasyon çok güçlü, gelecek yaşamda daha iyi bir noktaya gelebilmek düşüncesi ile pek çok intihar oldu çiftçiler arasında.

ÖM: Mesela tarım ilacı içerek filan intihar etti pek çok çiftçi maalesef.

CB: Tohum konusu çok geniş bir konu, bunun içinde çeşitlilik meseleside var, yani sadece ekonomik açıdan çiftçiyi zor durumda bırakmak değil, yaşamsal anlamda, doğa, çevre açısından biyoçeşitliliğin çok ciddi erozyona uğraması söz konusu. Çünkü yerel tohum dediğiniz zaman,
çok dar kapsamlı bir alanda dahi çok çeşitli sebze tohumlarına rastlamak mümkün bugün dünyada. Örneğin bugün Türkiye'de özellikle bu yerel tohumlar konusunda çalışmalar yürüten bazı STK'lar var. Bunlarla olan görüşmelerimizde ifade edildiğine göre, çok dar alanlarda, mesela
50 km. çapında alanlarda bile bir kaç çeşit fasulye, bir kaç çeşit domates yerel tohumuna rastlayabiliyorsunuz. Düşünün ki bunu bir Türkiye coğrafyasında 3 veya 4 çeşit domatese indirgerseniz, belki bu 300 yılda oluşmuş, çünkü aslında domatesin anavatanı Türkiye değil,
ama buna rağmen Türkiye'de gelişme göstermiş son 300-500 yılda, ama mesela buğday söz konusu olduğunda, binlerce yıldır Türkiye'de gelişmiş yüzlerce çeşidin ortadan kaldırılması çok ciddi bir biyoçeşitlilik kaybı.


ÖM: Tabii türlerin de zayıf düşmesine, yani büyük bir kıran durumunda
da dayanıksız olmasına da neden oluyor.

CB: Kesinlikle.

ÖM: Sırf zenginlik, hoşluk olsun diye biyoçeşitliliği savunuyor değiliz.


CB: Tabii, bu bir denge ve böylece doğal dengeyi bozuyorsunuz. Bu konuda yapılan uyarılar var; Meclis'ten Kasım ayında geçen kanunun öncesinde, Avrupalı çiftçiler TBMM'ye bir mektup yolladılar, dediler ki; "biz bu hatayı yaptık, küçük çiftçiler olarak çok büyük zararlar gördük, Kıta Avrupası'nda çok büyük bir biyoçeşitlilik kaybı yaşandı, Kıta Avrupası kadar büyük bir bitki çeşitliliğine sahip, -12 bin çeşit bitkinden bahsediliyor, 2500-3000 endemik türden söz ediliyor sadece bu coğrafyaya ait türler olarak- Türkiye gibi zengin bir coğrafyada siz bu kanunu çıkararak bindiğiniz dalı kesiyorsunuz."


ÖM: Tohum Kanunu'nun asıl öngörülen zararlı tarafı nedir?

CB: Tohum kanununun en ciddi kısıtlarından biri, sertifikasız tohumların ticaretini engellemesi. Düşünün, biraz önce örneğini verdiğimiz yüzlerce çeşit köylük tohumuna sahip bir coğrafyada, her sebze için veya bazı sebzeler için bizim köylerimizin, köylülerimizin, çiftçimizin bu tohumları alıp sertifikalandırmak sürecine girmeleri mümkün gözükmüyor. Böyle bir pratik imkân yok, çünkü bir tohumu sertifikalandırmanız için yapılması gereken çok ciddi bir ön çalışma var. Bu tohumun bazı ön koşullar taşıması gerekiyor, dolayısıyla o ön koşulları taşımayan tohumların da sertifikalandırılması mümkün değil.

Ön koşulların taşınıp taşınmadığı analizler sonucu ortaya çıkıyor. İngilizce'de 'distinct', 'uniform' ve 'stable' kelimelerinin, -yani farklılık, yeknesanlık ve durulmuşluk-sözcüklerinin baş harflerinden
oluşturulan 'DUS' kısaltması ile tanımlanan bir standar var; yani benzer genetik yapıdan farklı bir tür olacak ama kendi içinde bir yeknesanlık özelliği taşıyacak ve durulmuş olacak. Yani bir
jenerasyondan diğer jenerasyona değişim oluşturmayacak. Bu ciddi bir araştırma, bizim köylük tohumlarımızın gerçekten sertifikalandırılabilir olup olmadığının tespit edilmesi pratik olarak
mümkün değil. Dolayısıyla sertifikalandırılmamış tohum satışını kısıtlayan bir kanun kesinlikle Türkiye'ye zarar verecektir. Bunun başka bir alternatifi yok.

ÖM: Böyle bir kanun çıktı, öyle mi?

CB: Evet.

ÖM: Avrupalı çiftçilerin uyarısına rağmen.

CB: "Bu kanunu çıkartmayın, aman çok dikkat edin, biz bunun zararlarını hâlâ saramadık" dediler. Düşünün ki kaybedilmiş bir çeşidi tekrar üretmeniz de mümkün değil. Dolayısıyla bu geri dönülmez bir durum. Bu uyarıları yaptılar. Meclis bu uyarıları dikkate almaya çalıştı ve ne yazık ki her şeye rağmen kanun şu anda yürürlüğe girdi. Fakat bazı STK'lar, ki bunun içinde TEMA var, Anayasa Mahkemesi'ne bir başvuru yapılmasına destek oldu, ve şu anda Anayasa Mahkemesi kanunu inceliyor. Tekrar revize edilebilir.

ÖM: Bu önemli. Mecliste, uzmanların, çiftçi temsilcilerinin de katıldığı etraflı bir tartışma yapılmadan bu kanunun geçmesi düşündürücü.

CB: Bir farkındalık eksikliği olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz, bunu hem medyada gördük, hem Meclis'te gördük. Türkiye'deki üniversitelerde de bunu hissediyoruz. Bu konuya gereken ilgi gösterilmedi. Bilgisizlik ve ilgisizlik var.

Fakat bu kanun aslında her şeyin başı ve sonu değil. Bu kanuna rağmen, daha doğrusu bu kanunun benzerlerine rağmen Avrupa çok yol aldı. Avrupa'da da çok benzer kanunlar var, fakat buna rağmen küçük çiftçi örgütleri kendi yerel ürünlerinin değerlendirilmesinin ve sağlıklı
ürünler olarak halka sunulmasının yöntemlerini geliştirmiş durumda, dolayısıyla
eğer tüketici bu ürünlere ulaşabilmenin yollarına varabiliyor ve görebiliyorsa bu mekanizmanın kurulması mümkün. Bence asıl mesele bu; yani toplumun sağlıklı ürünlere nasıl ulaşabileceğini
düşünüp, bunun fırsatlarını oluşturması önemli. Üreticinin tüketiciyle ve tüketicinin üretici ile tanışması gerekiyor, çünkü üreticisini tanıyan bir toplum, her şekilde onu sorgulayabilir ve elde ettiği iyi gıdaların, sağlıklı ürünlerin de peşini bırakmaz. Ama bugünkü sistemde, üretici ile tüketicinin tanışma fırsatı çok düşük.

ÖM: Bu çok önemli bir nokta. Bölgesel ekonomik pazarlar, tüketiciyle üreticiyi, çiftçiyi buluşturan orta ölçekli bir toplumsal çözüm herhalde…

CB: Hem ekonomik açıdan, hem sosyal açıdan çok doyurucu. Çünkü üreticinin de yegâne kaygısı para değil, çünkü öyle olsaydı bu topraklara bu kadar nesiller boyu sahip çıkma dürtüsü oluşamazdı. Bu dürtüyü ayakta tutacak önemli etkenlerden biri de sosyal doyumdur,
üreticisine saygı gösteren bir toplumdur.


ÖM: Mutluluk faktörü üzerine de şimdi iktisatta çok duruluyor.

CB: Bunu çok fazla duyacağız diye düşünüyorum, aslında iktisat sonsuz kaynaklar üzerine hesaplarını yaptı, ama bu kaynakları tükettikçe mutluluğun ve sosyal değerlerin önemi artacak.


ÖM: Biraz önce Ekonomi Notları'nda Hasan Ersel'le konuşurken bana çok doğru gelen bir şey söyledi; yapılan araştırmalarda bencillik ön planda gelmiyormuş, yani insanların çoğunlukla, "daha çok para kazanayım, daha çok mal mülk edineyim" değil, tersine, daha çok,
"komşuma yardım edeyim" duyguları birinci planda geliyormuş, ama Hasan Ersel dedi ki, "yalnız ekonomide, 'insan bencildir' varsayımı ile gidersen hesap yapmak çok daha kolay oluyor."

CB: Kapitalist sistemin ön şartlarından veya temel taşlarından biri, toplumsal olarak bencillik duygusunun oluşturulması. Ama biz inanıyoruz ki, bu topraklarda insanlarımızın da genetiğinde kalan bazı değerler var, örneğin bu bahsettiğiniz kültürel dayanışma duygusu, bunun da parayla ölçülebilen bir tarafı yoktur.

AH: Belki bunun parayla ölçülen bir tarafını yaratarak sistemin içinde varolmak daha kolay olmaz mı?

CB: Zaten sisteme tamamen karşı olmak çok ütopik ve gereksiz benim şahsi görüşüme göre. O bakımdan muhakkak sistemle uyumlu, çok karşı durmayan, ama diğer değerleri de yok saymayan bir yapı üzerinde ilerlemek gerekiyor.

ÖM: Mesela Bangladeş'te ve Hindistan'da, tohum üretici birlikleri kendi aralarında böyle alttan yukarıya doğru baskı yapan dayanışma birlikleri kurmuşlar ve oldukça başarılı sonuçlar da elde etmişler.

CB: Kesinlikle. Bu hem alttan yukarı doğru bir baskı, ama hem de yukarıda da bazı öngörülü akademisyenlerin profesyonellerin desteğinde gelişiyor, özellikle Hindistan'da Vandana Shiva bu konuda ciddi bir isim. Bazı tetiklemeler muhakkak şart, bu buluşmaları gerçekleştirmek için de ayrımcılık yapmamak ve çiftçinin tüketiciyle, üreticinin tüketiciyle buluşması çok çok değerli.

Bir ufak not eklemek istiyorum bu kanunla ilgili; AB uyum yasalarında çıkarıldı biliyorsunuz Tohumculuk Kanunu, ama bu kanun, AB üyeleri içinde özellikle Yunanistan'ın karşı koyduğu bir kanun. Bugün üye olan 4 devlet, ki bunlar Yunanistan, Lüksemburg, Malta ve Kıbrıs Rum
kesimi, bu kanunu ülkelerine sokmadılar. Tabii diğer 3 ülke küçük, ama özellikle Yunanistan'ın buna karşı koyabiliyor olması, kanımca Türkiye'deki hem bakanlık ve seviyesindeki yetkililerin hem de akademisyenlerin STK'ların araştırması ve ilişki kurması gereken bir konu.

ÖM: Malta ve Kıbrıs küçük olabilir, hele Rum kesimi Kıbrıs'ın yarısı diyelim, fakat Lüksemburg da küçük olmakla beraber zengin, çok önemli bir ülke.

CB: Biyoçeşitlilik açısından baktığınızda Yunanistan Türkiye'ye daha benzer bir yapıda ve oradaki küçük çiftçi örgütleri bu konuda çok ciddi ses çıkardılar ve bu kanunun ülkeye girmesini engellediler. Çok ciddi bir baskı var AB'de Yunanistan'a bu konuda, "sen AB üyesisin, bu
kanunu
kabul etmelisin" şeklinde, ama biz üye olmadığımız halde bu kanunu çok çabuk geçirdik. Bu kanunun kaldırılamaması veya iptal edilememesi durumunda bile şu anda yapılması gereken şeyler var. Yönetmelikler üzerinde çalışmalar sürüyor Bakanlık'ta. Dolayısıyla bu yönetmelikler üzerinde katılımcı bir grup oluşturmak çok çok önemli.

ÖM: Tohum Kanunu ne aşamada şimdi?

CB: Kanun şu anda yürürlükte. 7 Kasım 2006 tarihi itibariyle Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi, ama yönetmelikleri henüz hazırlık aşamasında.

ÖM: Peki TEMA'nın başını çektiği, itiraz ne aşamada?

AH: İtiraz noktası ne?

CB: Çeşitli itiraz noktaları var; bunun temelini "yaşam patentlenemez" ana fikri oluşturuyor. Çok detaya giremiyoruz, ama onun altında da Tohumcular Birliği konusu, ticari sınırlamalar var, sertifikasyon süreçlerinde yapılması gerekenler var. Hepsiyle ilgili küçük küçük itirazlar var, ama asıl mesele "yaşamın patentlenemez" oluşu, yaşamın bize sunduğu bir kaynağı, bazı kişilerin patentleyip elimizden almasına engel olmak.

ÖM: Cumhurbaşkanı bunu geri göndermiş miydi?

CB: Hayır, bunu ne yazık ki geri göndermemişti, ama yönetmeliklerle bir takım sorunları çözebileceğimizi düşünüyorum. Yeter ki bunu bir toplumsal bir farkındalığa dönüştürelim. Gerçekten yaşamsal önemde ve geleceğimizi etkileyen, çocuklarımızı etkileyen, ülkemizdeki
biyoçeşitliliğimizi etkileyen bir konu.

ÖM: Beni en çok düşündüren konulardan bir tanesi, insanın tarıma, yerleşik düzene geçmesinden bu yana, bu topraklarda başlayarak, Mezopotamya'da , Çin'de vs. en az 8 bin yılda, hatta belki 10 bin yılda oluşan bütün bu çeşitlilik ortaya çıkarken, patent yasaları olmadan idare etmiş insanlık, şimdi nasıl onsuz idare edemiyoruz, onu anlamıyorum?

CB: Büyük bir güç söz konusu, bu gücün kim olduğunu bilemiyoruz ama o büyük güç her şeyi biraz altüst edebiliyor.

ÖM: Batılı beyazlar olmasın bunlar? Toprak Ana Platformu'ndan Cem Birder'le, tohumlarımıza ne olacak konulu bir söyleşi yaptık. Çok teşekkür ederiz.

CB: Ben teşekkür ederim bu konuya yer verdiğiniz için.

(21 Haziran 2007 tarihinde Açık Radyo'da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)

5 Nisan 2007 Perşembe

Domates tohumunu alıp, fide haline getirip, başta sera üreticilerine satan bir firmanın yetkilisi olarak sizlere kendi öz malımız zannettiğimiz domatesteki dışa, dolayısıyla dövize bağımlığımızın hikayesini anlatmak isterim.

Domates tohumunu İsrail ya da Hollandalı firmalardan döviz bazında satın alarak işe başlarız. Bu tohumu ekebilmek için gerekli makineyi İspanya'dan ithal etmişiz. (Conic Sytem'den). Tohumun ekileceği harç olan Torf'u Kuzeyden, Baltık Cumhuriyetleri' nden ithal ederiz, Torf'un içine koyacağımız harçlardan biri olan Vermikulit, Güney Afrika'dan ithal edilip ülkemize İsrail üstünden getirilir. Bu harçları içine koyacağımız straforun plastik hammadesi dışardan ithal edilir. Tohum ekilip fide olurken gerekli gübre ve zirai ilaç yurtdışından ithal gelir. Isıtmak için kullandığımız LPG yine öyle, en sonunda hazır hale gelen fideyi kutulayacağımız kutu hammaddesini de International Paper'den aldığımızı görürsünüz; daha domatesin fide aşamasındaki durumu budur.

Belki daha unuttuklarımız da olabilir. Seraya aktarılıp dikilen domates fideleri topraksız kültürde yetişecekse toprak niyetine kullanılan yataklar da Hollanda'dan ithal edilir. Sera konstrüksiyonları (çelik sera demirleri) dışardan ithal edilir, üstüne çekilen plastik de öyle. Yerli üretilse bile içine katılan UHD katkı maddesi İsviçre'den getirilir. Tozlama için gerekli Bambus Arıları Hollanda'dan alınır. Gübreleme ve sulama için ekipmanlar İsrail, Fransa ve Danimarka gibi ülkelerden ithal edilir. İlaçlar Syngenta, Bayer, BASF Sumitome gibi dünya ilaç devlerinden alınır. Isıtma için kömür Rusya'dan gelir, taşıma için ambalaj ve petrol veya araçları saymayalım. Toprak yerine yetiştirme ortamı (topraksız kültür) olarak "Kaya yünü" kullanılırsa bu da dışardan geliyor. Geriye işçilik kalıyor, korkarım onu da bir gün ithal edeceğiz.

Basit bir domatesin büyük şehirlere gelene kadar geçen 120 günlük hikayesinin arkası böyledir.


Dikkat edin uzay aracı üretmiyoruz, basit öz malımız sandığımız, ülkemiz toprağında domatesi üretiyoruz. Bu, dünya ekonomilerinin mal üretiminde ne kadar birbirine entegre olduğunu gösteriyor. Kendisini içe kapatan bir ekonominin en basit domatesi bile üretemeyeceğini söyleyebiliriz.

İhraç ettiğimiz mallar içinde yerli katkı payı oranını yükseltmek için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Domates bile olsa.....

Antalya İhracatçılar Birliği-Yönetim Kurulu Üyesi - Ziraat Mühendisi C.Ö.

(Bu yazı Bilge Ölmez tarafından iletilmiştir)

10 Mart 2007 Cumartesi

Tohum Şirketleri Çiftlikte Saklanan Tohumu Yasaklamak İstiyor!

Çev.: Ekoloji Kolektifi - Cumartesi, 03 Mart 2007

“Bir çiftçinin ertesi yılın ekini için tohum saklamasını suç haline getirmek.” Bu, Grain’in aşağıda özetlenen yeni brifinginde açıklandığı üzere, küresel tohum endüstrisinin yeni lobi saldırısının ana taleplerinden biri.

Tohum şirketleri şimdiden hükümetlerin güçlü desteğini almış durumdalar. Pek çok ülkede yürürlükte olan tohum kanunları, çiftçilere sadece hükümetlerinin onayladığı türlerin sertifikalı tohumlarını kullanma hakkı tanıyor.

Aynı zamanda giderek daha çok ülkede ‘Endüstriyel Patentler’ ya da ‘Bitki Çeşidi Koruma’ (PVP-Plant Variety Protection) adı verilen sistemlerle ticari tohuma hukuki tekel hakkı veriliyor.Yakın geçmişe kadar, hem tohum patentleri hem de PVP yalnızca kalkınmış ülkelerde geçerliydi. Ancak 1994’te Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün kurulmasıyla birlikte, tüm üye ülkeler tohum üzerinde bir çeşit tekel kanunu uygulamak zorunda kaldılar. Kalkınmakta olan dünya üzerinde kalkınmış ülke modellerini uygulamaları yönünde yoğun bir baskı vardı. Birçoğu UPOV (Uluslararası Yeni Bitki Çeşitleri Koruma Birliği - International Union for the Protection of New Varieties of Plants) tarafından organize edilen uluslararası PVP sistemine katılmaya ikna oldular. Geçtiğimiz on yıl içinde UPOV üye sayısını ikiye katladı. Yeni üyelerin büyük çoğunluğu kalkınmakta olan ülkelerdi.

UPOV sistemi, tohum endüstrisinin yıllar süren lobi faaliyetlerine cevaben 1961 yılında kuruldu. Şirketlerin amacı tohumlar üzerindeki endüstriyel patentlere sahip olmaktı. Patentler, hem ekim hem de yeniden üretimde tohumların tüm kullanımını kontrol altına alan mutlak haklar tanıyordu. Ancak o tarihte hükümetler, bu patentlerle birlikte endüstrinin çiftçi üzerindeki gücünü fazlasıyla arttıracağını hissettiler. Bir uzlaşma/çözüm olarak UPOV-PVP oluşturuldu. Başlangıçtan beri bu oluşum, şirketlere yalnızca tohumların ticari olarak çoğaltılması ve pazarlanmasıyla ilgili tekel hakları veriyordu. Bu durum da çiftçilere gelecek yıllarda kullanılmak üzere tohum saklama konusunda özgürlük tanırken diğer üreticiler de breeding için korunan ya da korunmayan herhangi bir türü özgürce kullanabiliyorlardı.

1980lerde genetik mühendisliğinin gelişimiyle birlikte ilaç sanayi ve kimya sektörünün dev ulus ötesi şirketleri tohum üretimi işiyle ilgilenmeye başladılar. Çok daha güçlü olan lobi silahlarını kullanarak kalkınmış ülkelerdeki tohum yaratımına dair monopol haklarını güçlendirmek üzere yeni bir saldırıya geçtiler. İlk olarak, genetik mühendisliği veya benzeri tekniklerle üretilen tohumlar üzerindeki endüstriyel patentleri aldılar. Böylelikle de, yirmi yıl kadar önce geleneksel üreticilerin karşı çıktıkları mutlak tekele pratikte sahip oldular.

İkinci olarak, UPOV-PVP hakları Genetiği Değiştirilmiş olsun geleneksel olsun, tüm bitki türleri için radikal biçimde genişletildi.1991’den bu yana PVP tekeli sadece tohum çoğaltılması üzerinde değil, aynı zamanda hasat ve bazen de nihai ürün üzerinde etkilidir. Daha evvel sınırsız bir hak olarak çiftçilere sunulan sonraki yılın üretimi için tohum saklama işlemi tercihli bir istisnaya dönüştürülmüş durumda. Yalnızca ulusal hükümet izin verdiği takdirde çiftlikte saklanan tohum kullanılabiliyor ve bu durumda bile, çiftlikte yetişen tohumlar için de olmak üzere, tohum şirketine bir miktar telif ücreti ödenmek zorunda.

Üçüncü olarak, daha önce de belirtildiği gibi DTÖ ’ye üye olabilmek için bu daha güçlü tekel yasaları zorunlu hale getirilmişti. Bu da küresel tohum endüstrisinin hazırladığı yeni lobi saldırısı için kullandığı başlangıç noktası. Bu sefer amaç, PVP sistemiyle patent sistemi arasında kalan birkaç farkı ortadan kaldırmak, ki böylelikle tüm ekinler ve tüm ülkeler için, kullanılan hukuk sistemi ne olursa olsun dünyanın her yerinde tohumlar üzerinde geçerli olacak mutlak tekelin sahibi olmak.

Bu saldırının ana hedefi elbette çiftlikte saklanan tohumlar olacaktır. Halen küresel ekin alanlarının 2/3’ünde her yıl, çiftçinin ayırdığı tohumlar ekiliyor. Bu, kalkınmakta olan ülkelerin çoğunda tohumların %80-90’ını temsil ediyor,ve hatta kalkınmış ülkelerde bile oldukça büyük bir paya sahip (%30-60). Eğer çiftçiler bu alanın tümünde ticari tohum ekmeye hukuki olarak zorunlu kılınsalardı, tohum endüstrisinin girdisi kolaylıkla en az iki katına çıkardı, yılda fazladan 20 milyar $- hepsi de çiftçilerin cebinden alınan ve DuPont, Bayer, Syngenta ve Monsanto gibi ulus ötesi devlere aktarılan para...

Endüstrinin diğer temel taleplerinden biri de PVP ile korunan çeşitlerin geliştirilme özgürlüğünün tamamen ortadan kaldırılması ya da kısıtlanması- ki bu da UPOV sistemiyle patent sistemi arasındaki temel ayrımlardan biri. Amaç basitçe rekabeti bitirmek. Eğer hiç kimse koruma süresi –20 yıl ve civarı- dolana kadar bir çeşidi geliştiremiyorsa, tohum şirketi geliştirilmemiş bu tohumu çok daha uzun bir süre satmaya devam edebilir ve bu sayede de yeni türler için yüklenmesi gereken araştırma masrafını erteler. Net sonuç: PVP sahipleri için artan karlar, yüksek tohum fiyatları ve çiftçiler için daha az yeni çeşit.



Tohum endüstrisinin çiftlikte saklanan tohumun ve yaratıcı tohum üreticilerinin rekabetinden korkmak için her türlü nedeni var. Sadece çiftlikte yaptıkları seçimlerle (seleksiyon) bireysel çiftçiler bile ticari türlerin performansıyla yarışabilir ve hatta onları yenebilir. Büyüyen tekel haklarıyla ve giderek birkaç dev şirketin elinde toplanan tohum şirketleri giderek daha az kaliteli tohum üretir oldular. Tohumların veriminin ve dayanma kapasitelerinin geliştirilmesinde büyük adımlar daha tekel kanunları ortada yokken, 20. yüzyıl başlarında atıldı. Ve bu gelişmelere temelde endüstri sponsorlu araştırmalarla değil, yüzyıllar boyunca geliştirilen çiftçi üretimi binlerce türün en iyileri seçilip çaprazlanarak ulaşıldı.

Ticari tohum üretiminin başarısızlığı küresel tarımı, küresel ısınma ya da fosil yakıtlara olan bağımlılığın azaltılması gibi yakın geleceğin tehditlerine karşı savunmasız bıraktı.

Zaman, tohum endüstrisindeki tekel ayrıcalıklarının geri alınması zamanıdır, onların daha da güçlendirilmesi zamanı değil!

GRAIN, Şubat 2007

Çeviren : Binnur ALOĞLU, Ayça BULUT (Ekoloji Kolektifi)